Cem KOZLU
Son Güncelleme:
Budapeşte’yi bir Türk olarak gezmek
Osmanlılarla aynı dönemde doğup sonra ona komşuluk yapan ve 1. Dünya Savaşı’nın sonunda onunla birlikte yok olan Habsburg Hanedanlığı Viyana- Prag -Budapeşte sacayağı üzerine kurulmuştu. Dolayısıyla bu üçgende birbirine çok benzeyen mimari yapılar, sanat eserleri ve ortak kültür paydaları bulmak mümkün. Hem bu nedenle, hem de coğrafi yakınlıklarından dolayı çok kez bir turun üç bacağını oluştururlar.
Budapeşte’nin diğerlerinden önemli bir farkı 150 yıl boyunca Osmanlı yönetimini yaşamış ve dönemin bazı izlerini korumuş olmasıdır. Bunun nedeni Macarların Osmanlı dönemine paylaşılan bir tarih olarak yaklaşmalarıdır. Bu olgunluk onları Osmanlı yönetimi altında hiç yaşamamış olmalarına rağmen Türklerle ilgili komplekslerinden hálá kurtulamayan Avusturyalılardan farklılaştırır.
Macarların Osmanlı dönemine paylaşılan bir tarih olarak bakışının bir simgesi, Macaristan’ın 10 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini barındıran Budapeşte’nin Buda tepesindeki Lovas Sokağı’nda dikmiş oldukları mütevazı anıttır. Üzerinde Macarca ve Türkçe şu yazar: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa bu yerin yakınlarında 1686 eylül ayının 2. günü yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!"
Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa’nın ruhuna Fatiha okuduktan sonra kaldırımda sergilenen Osmanlı toplarını takip ederek Askeri Tarih Müzesi’ne ulaşılır. Macar tarihinin başlangıç dönemi olan 11. yüzyıldan 1956 ayaklanmasına kadar Budapeşte’nin yaşadığı birçok savaştan kalma sancak, silah, harita ve benzeri objeyi geleneksel biçimde sergileyen müzenin en ilginç bölümü Sovyet askerleriyle bastırılan 1956 ayaklanmasının birkaç haftalık kanlı serüveninin trajik kanıtlarıdır.
Kentin gene Buda tarafında, yani batı yakasında Eski şehir’e yakın bir başka tepeye yayılmış Kraliyet Sarayı’nın temelleri 13. yüzyılın ortalarında atılmış. Ancak bugünkü devasa boyutlarını ve Gotik ağrılıklı üslubunu Habsburg’ların 18. yüzyıldaki eklerine borçlu. Sarayın içindeki Macar Ulusal Galerisi’nin çok zengin koleksiyonu dinsel temelli Ortaçağ eserlerinden 20. yüzyıl yapıtlarına kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Sarayın kuzeyindeki Vizivaros veya Suşehri’nin adı geçmişte çok sık yaşadığı su baskınlarında kaynaklanıyor. 1526’daki Mohaç zaferiyle başlayıp 1686’da Hıristiyan ordularının Buda’ya girmesiyle sona eren Osmanlı döneminde inşa edilen surlardan arta kalan kısa bir bölüm Margit Körüt Sokağı’nın 66 numarasında hálá ayakta durmakta.
Bölgedeki asıl Osmanlı anıtı ise 1541 yılında Budin Savaşı’nda esir düşen Bektaşi dervişi Gül Baba için 1548’de tamamlanan türbe. Rivayete göre Buda’ya gülü ilk tanıtan Gül Baba olmuş. Kesin olan Gül Baba’nın Türkler kadar Macarlarca da sevilip sayılmış olması. Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte 200 bin kişi katılmış. Özenle korudukları Abdi Arnavut Paşa Anıtı gibi, Gül Baba türbesi de Macarların bizlerle paylaştıkları tarih dilimine gösterdikleri objektif ilgi ve saygıyı vurguluyor. Nitekim türbede ve güllerle bezenmiş, huzur neşreden bahçesinde Türkler kadar Macar ziyaretçilere de rastlamak mümkün. Gelenleri Türkçe "Hoşgeldiniz" diye karşılayan güleryüzlü bekçinin bu davranışı Macarların Türklere olan sıcak duygularını da yansıtıyor.
HAMAMLAR KENTİ
Türklerin belki de Budapeşte’ye en önemli katkıları Romalılardan kalma mineralize sıcak su kaynaklarını termal hamam ve havuz kompleksleriyle içmelere dönüştürmek olmuş. Kent günümüzde Avrupa’nın kaplıca merkezi. Her gün birçok kaynaktan fışkıran 80 milyon litre değişik özelliklere sahip su onlarca hamam, havuz ve içmeyi besledikten sonra Tuna’ya karışıyor.
Turistlerin en çok rağbet ettikleri Gellert Hamamı 20. yüzyılın başlarında Viyana’da doğan ayrılıkçı (secessionist) sanat akımını yansıtan iç dekorasyonu, mermer kolonları ve rengarenk mozaikleriyle ünlü. Aynı adlı otel de 19. yüzyılın artık gerilerde kalmış ihtişamını anımsatıyor ve adını çok sayıda termal kaynağı bağrında kaynatan Gellert Tepesi’nden alıyor. Kentin en geniş perspektiflerini, özellikle de Buda’nın güneyi ile Peşte’nin tam siluetini 460 metre yükseklikteki bu tepenin zirvesinden (Citadel) görüntülemek mümkün.
Romalılardan kalma kaynaklardan yararlanarak hamam kültürünü Budapeşte’ye yerleştiren Türklerin 16. yüzyılda inşa ettikleri hamamlardan dört tanesi hálá kullanılmakta. En revaçta olanı Rudas, alçak ve yayvan siluetiyle Tuna kıyısına oturtulmuş bir Boğaziçi yalısını andırıyor. Tertemiz soyunma odaları, sauna ve buhar bölümleri, masaj ve içme kabinleriyle komple bir kaplıca tesisi.
Macarlar için yıkanma hamam kültürlerinin sadece bir yönü. Çoğunluğu hamama arkadaşlarıyla buluşmaya, onlarla sohbete, eğlenmeye ve dinlenmeye gidiyorlar. Ben ve oğlum birkaç Euro karşılığı giriş biletimizi alıp, tertemiz soyunma kabinine girince ilk kültür sınavımızla karşılaştık. Girişte bize takmak üzere iki ucunda birer şerit bulunan iki mendil büyüklüğünde bir bez vermişlerdi. Bununla vücudumuzun hangi cephesini saklayacağımıza bir türlü karar veremedik. Sonunda Bülent kabinin kapısını aralayarak bir Macar’ın geçmesini bekledi. "Baba bunlar önlerine takıyorlar "dedi. Şeritlerin ucunu bağlayıp mermer merdivenlerden 450 yıllık kubbenin altındaki sekizgen havuzda Macar dostlarımızla buluştuk. Havuzun içindeki 20-25 kişi ufak gruplar halinde konuşa görüşe yarı yüzme yarı yürüme temposuyla dönüyorlardı. Biz de tempoya kaptırdık kendimizi.
Kubbenin yuvarlak camlarından süzülen güneş hüzmeleri havuzların suları, gürül gürül akan çeşmeler ve parlak mermer kolonlar üzerinde ışık oyunları oynuyordu. 500 yıla yakın bir süre değişmemiş bu manzarayı görüntülemek istediğimi söyleyince Macar dostlarımız panikledi ve birkaç yıl önce buna teşebbüs eden birinin neredeyse linç edildiğini ancak idareden hamamın boş halinin fotoğraflarını alabileceğimizi söylediler.
Sonra arkadaşımızın peşinden yarım kubbelerin altındaki dört ufak havuza girdik. Bunların suyu 38 derece ile 18 derece arasında değişiyordu. Hamam sefa ve sohbeti istirahat odasında son buldu. Peşte’ye geçmeden önce Rudas Hamamı’nın karşısındaki tepenin içine oyulmuş mahzende satılan üç değişik tat ve mineral değerdeki içme sularını da bardağı birkaç kuruşa tattık.
BUDA VE PEŞTE
Kentin merkezinde Buda yakasını Peşte’ye bağlayan köprülerden dördü 19. yüzyılın mirası. En kuzeydeki Margaret Köprüsü sadece iki yakayı birleştirmekle kalmıyor, Tuna’nın ortasındaki yazlık eğlence dinlence merkezi Margaret Adası’nı da kent merkezine bağlıyor. Kolonları heykellerle süslü. Güneyde kalan Elizabeth Köprüsü adını Avusturya- Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in Budapeşte ve Macarları çok seven karısı "Sissy"den alıyor. 2. Dünya Savaşı’nda tamamen tahrip olduktan sonra yeniden inşa edilmiş. Bu ikisinin arasındaki 380 metrelik Zincir Köprü’yü 1839-49 yıllarında, New York’taki ünlü Brooklyn Köprüsü’nü tasarlayan İngiliz mimar William Tierney Clark yapmış. Köprünün iki taş kulesini birbirine bağlayan zincirler birer kolye zarafetinde.
Buda’nın surlarla, saraylarla donatılmış tepelerine karşın Peşte yavan bir düzlüğe yayılmış. Doğuya doğru gittikçe sanayi bölgelerine, Sovyet döneminden kalma yatakhane mahallelerine, sonunda bir zamanlar Avrupa’nın buğday deposu olan uçsuz bucaksız Macar ovalarına ulaşıyor. Onların ötesinde de Ural Dağları’nı tahayyül edebiliyorsunuz. Tuna kıyısına dönersek İngiliz Parlamentosu’ndan kopyalanmış mimarisi ve kentin her noktasından görünen (tepesindeki kızıl yıldız bir süre önce koparılmış) yüksek kubbesiyle Macar Parlamentosu’nu görürüz. Onun güneyinde bulunan rıhtım iyi havalarda yürüyüş yapan Budapeştelilerle doluyor. Turistik gezi gemileriyle restorana dönüştürülmüş tekneler de buraya bağlı. Bu iskelelerden tarihi Estergon Kalesi veya Viyana’ya nehirden yolculuk mümkün.
Rıhtımın arkasındaki modern otellerin kaba geometrileri Tuna’nın kıvrımlarına ve köprülerinin dantelimsi siluetlerine yakışmıyor. Neyse ki Peşte’yi süsleyen başka birçok yapı var: 20. yüzyılın başında Viyana’dan esen "secession" akımının şekillendirdiği Postane, Viyana’nın üçte biri bilet fiyatına çok terbiyeli sesleri dinleyebileceğiniz, üç tonluk avizesi, tavan freskleri, mermer kolonlu fuayesinin ihtişamıyla ünlü Devlet Operası, sık sık Ferenc Lehar ve Imre Kalman gibi Macar bestecilerin eserlerini sahneye koyan Başkent Operet Tiyatrosu, Tuna’ya bakan süslü cephesiyle Vigado Konser Salonu ve en ünlü müzisyenleri Franz Liszt’in adını taşıyan Müzik Akademisi gibi.
KİLİSELER, SİNAGOGLAR
Peşte yakasındaki Macar Milli Müzesi Viyana ve Prag’daki birçok yapı gibi, bu topraklara I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar hükmeden Habsburg Hanedanı’nın son debdebeli döneminde, yani 19. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş ve Neo-Klasik üslupta. İçindeki tablo, silah, mobilya, giysi, mücevher gibi objeler Rusya’nın Ural bölgesinden göç eden Macar kavminin 9. yüzyılda Arpad sülalesinin önderliğinde şimdiki coğrafyasına yerleşip Estergon’u başkent yapmasından günümüze dek geçirdiği tüm evreleri kapsıyor. 1526 Mohaç Savaşı’yla başlayan ve Osmanlıların Hıristiyan ordularınca 1686’da Buda’dan çıkartılmasına kadar süren dönemin yapıtları ise kin ve hamaset içermeyen yorumlarla sergileniyor. 18. ve 19. yüzyıla ait vitrinler Macarların esas özgürlük mücadelesinin Avusturyalı Habsburg hanedanına karşı verilmiş olduğunu kanıtlıyor.
Avusturyalılara karşı ilk ayaklanmayı tetikleyen Milli Şiir’i de şair Sandor Petofi 15 Mart 1848’de müzenin merdivenlerinde okumuş. Kurtuluş mücadelesinin önderi Lajos Kossuth (1802-94) 1849’da ilk özgür ve demokratik Macar rejimi bastırıldıktan sonra yurtdışına çıkartıldığında Osmanlı devletinin ona kucak açması da ülkenin hafızasında yaşıyor.
Peşte yakasında Parlamento, Opera, Mili Müze gibi yapıların yanında birçok kilise ve sinagog da var. Budapeşte’yi Osmanlı’dan sonra egemenliğine alan Habsburglar, Ferenc II. Rakoczi’nin liderliğindeki ulusal ayaklanmayı (1703-1711) atlattıktan sonra kenti Barok tarzda kiliselerle yapılandırmaya başladılar. Bunlardan St. Elizabeth, St. Margareth ve Matyaş kiliseleri Buda, St.Stephan Basilikası ve İçşehir (Parish) Kilisesi Peşte’de. İlki bir caminin yakıntısı üzerine inşa edilmiş. Peşte’deki en eski yapı olan sonuncusunun Gotik iç dekorasyonunun arasında günümüze dek korunabilmiş bir mihrabın kalıntısı bulunuyor. Viyanalı mimar Ludwig Förster tarafından 1859’da bitirilen Büyük Sinagog’un Bizans ve Mağrip karışımı mimarisi kentteki hiçbir başka yapıya benzemez ve özellikle minareyi andıran iki kulesiyle size hemen Akdeniz’in çizgi ve renklerini hatırlatır.
Baskı döneminin müzeleri
Görkemli malikaneler ve kocaman ağaçların gölgelediği geniş kaldırımlar arasından Kahramanlar Meydanı’na giden Andrassy Bulvarı’ndaki 60. numara gerçekten terörün adresi. II. Dünya Savaşı’ndaki Alman işgali sırasında Macar Nazi partisi Ok-Haç’ın Sadakat Evi adı altında parti karargahı olarak kullanılan bina, 1945’ten sonra komünist gizli polisi AVO’nun merkezi olmuş. Her iki örgütün kullandıkları dinleme cihazları, sanduka boyutundaki hücreler, bodrumundaki işkence aletleri ve zalimlere onlarca defa hizmet etmiş idam sehpası son defa birkaç gün önceye kadar kullanıldıkları izlenimini uyandırıyor.
Terzilikten siyasi polisliğe, sonra AVO’nun başına geçen Gabor Peter ve birçoğu halen hayatta olan diğer gizli polis şeflerinin fotoğrafları müzenin duvarlarında ibret için sergilenirken, binanın bodrumunda öldürülmüş yüzlerce kurbanın vesikalık fotoğraflarıysa avlunun duvarlarında tarihe tanıklık ediyor, Macarların geçmişleriyle yüzleşmelerine yardımcı oluyor.
Aynı görevi üstlenmiş bir başka olağandışı müze de şehrin yarım saat kadar dışındaki Heykel Parkı. Halkın anıt mezarlığı diye de tanımladığı bu parkta Sovyet rejimi sırasında parkları, meydanları, kamu binalarının girişlerini süsleyen Marx, Lenin, Stalin heykelleri, 1956’da Sovyet tanklarına davetiye çıkaran Komünist Parti Genel Sekreteri Janos Kadar ve Bela Kun, Matyas Rakochi gibi birçok başka komünist liderinin büstleriyle sosyalist gerçekçiliğinin tipik işçi-çiftçi-öğrenci frizlerinden örnekler var.
AVRUPA’NIN EN BÜYÜK GÖLÜ
Avrupa’nın en büyük gölü Balaton’un (596 km2) bu ülkede olduğunu hatırlatalım. Türkiye’nin upuzun, güneşli kumsallarına kıyasla Balaton’un bulanık ve sığ (ort. 3 metre) suları, dinlenme kampları, tedavi merkezleri ve sayfiye evleriyle dolmuş sahilleri pek cazip olmayabilir. Ancak, Soğuk Savaş sonrası Sovyet dünyası dışa açılıncaya kadar Doğu Almanlar başta olmak üzere komünist ülkelerin turistleri için bir cazibe merkeziydi. Hálá o dönemin izlerini taşımakta. 15 yılda bir Sovyet uydusundan Avrupa Birliği üyesine dönüşen Macaristan’ın gerçekleştirdiği hızlı dönüşümün de bir göstergesi bu tatil yöresi.
NEREDE YİYELİM
Günün yorgunluğunu üzerinizden atabileceğiniz ideal mekan Peşte’nin otel, alışveriş ve rıhtım bölgelerine yakın Vorosmarty meydanındaki Gerbeaud kahvesi. Viyana usulü pastaları, ay çörekleri ve kekleriyle damağınızı, yine Viyana kökenli "seccessionist" dekoruyla da gözünüzü okşar. Karnınız kahvede doymayacaksa Gerbaud’ın çok yakınındaki İngiliz Sefareti’nin yanıbaşındaki Arany Barany Restaurant’ta makul bir fiyata veya rıhtıma bağlı Spoon Restaurant’ta saray ve hisar manzarasına karşı ama daha maliyetli güzel bir yemek yiyebilirsiniz. Vaktiniz ve niyetiniz varsa Gerbaud’un yanıbaşında başlayan sadece yayalara açık Vaci Sokağı kentin alışveriş merkezi. Sokağın güney ucundaki üç katlı Büyük Pazar ise meyve, sebze, et ve peynir çeşitleri satan 180 mağazasıyla kentin en büyük kapalı çarşısı. 19. yüzyıl mimarisinin de çok iyi bir örneği.
Macaristan’dan ayrılmadan...
Budapeşte’nin 25 kilometre kuzeyindeki Szentendre’de hem burayı kuran Sırp göçmenlerin inşa ettikleri Ortodoks kiliselerini görüp, hem de bu kasabayı günümüzde bir bohem sığınağına dönüştürmüş sanatkarların galerilerini gezerek modern sanat eserleri seçebilirsiniz. Özellikle seramik yapıtlar Macar halkının renk ve geleneklerini yansıtmakta. Kasabadaki rustik restoranlar da çok sempatik. Kuzeye doğru 15 kilometre daha yol giderseniz ulaşacağınız Visegrad, Tuna’nın en dar kıvrımına egemen bir tepeye oturtulmuş kalesiyle ünlü. Batıya dönüp Tuna boyunda 5-10 kilometre ilerleyince de Estergon var. Katedrali Macar başpiskoposluğunun merkezi olan Estergon, ülkenin en kutsal kenti sayılmakta. Osmanlı ve Avusturya orduları arasında sık sık el değiştiren bu uç kalesi iki imparatorluğu tartan bir tahteravalli gibi oynak bir özelliğe sahip. Budapeşte’den Vizegrad ve Estergon’a Tuna’da seyreden hızlı motorlarla ulaşmak da bir seçenek.
Macarların Osmanlı dönemine paylaşılan bir tarih olarak bakışının bir simgesi, Macaristan’ın 10 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini barındıran Budapeşte’nin Buda tepesindeki Lovas Sokağı’nda dikmiş oldukları mütevazı anıttır. Üzerinde Macarca ve Türkçe şu yazar: "145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa bu yerin yakınlarında 1686 eylül ayının 2. günü yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!"
Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa’nın ruhuna Fatiha okuduktan sonra kaldırımda sergilenen Osmanlı toplarını takip ederek Askeri Tarih Müzesi’ne ulaşılır. Macar tarihinin başlangıç dönemi olan 11. yüzyıldan 1956 ayaklanmasına kadar Budapeşte’nin yaşadığı birçok savaştan kalma sancak, silah, harita ve benzeri objeyi geleneksel biçimde sergileyen müzenin en ilginç bölümü Sovyet askerleriyle bastırılan 1956 ayaklanmasının birkaç haftalık kanlı serüveninin trajik kanıtlarıdır.
Kentin gene Buda tarafında, yani batı yakasında Eski şehir’e yakın bir başka tepeye yayılmış Kraliyet Sarayı’nın temelleri 13. yüzyılın ortalarında atılmış. Ancak bugünkü devasa boyutlarını ve Gotik ağrılıklı üslubunu Habsburg’ların 18. yüzyıldaki eklerine borçlu. Sarayın içindeki Macar Ulusal Galerisi’nin çok zengin koleksiyonu dinsel temelli Ortaçağ eserlerinden 20. yüzyıl yapıtlarına kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Sarayın kuzeyindeki Vizivaros veya Suşehri’nin adı geçmişte çok sık yaşadığı su baskınlarında kaynaklanıyor. 1526’daki Mohaç zaferiyle başlayıp 1686’da Hıristiyan ordularının Buda’ya girmesiyle sona eren Osmanlı döneminde inşa edilen surlardan arta kalan kısa bir bölüm Margit Körüt Sokağı’nın 66 numarasında hálá ayakta durmakta.
Bölgedeki asıl Osmanlı anıtı ise 1541 yılında Budin Savaşı’nda esir düşen Bektaşi dervişi Gül Baba için 1548’de tamamlanan türbe. Rivayete göre Buda’ya gülü ilk tanıtan Gül Baba olmuş. Kesin olan Gül Baba’nın Türkler kadar Macarlarca da sevilip sayılmış olması. Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman’la birlikte 200 bin kişi katılmış. Özenle korudukları Abdi Arnavut Paşa Anıtı gibi, Gül Baba türbesi de Macarların bizlerle paylaştıkları tarih dilimine gösterdikleri objektif ilgi ve saygıyı vurguluyor. Nitekim türbede ve güllerle bezenmiş, huzur neşreden bahçesinde Türkler kadar Macar ziyaretçilere de rastlamak mümkün. Gelenleri Türkçe "Hoşgeldiniz" diye karşılayan güleryüzlü bekçinin bu davranışı Macarların Türklere olan sıcak duygularını da yansıtıyor.
HAMAMLAR KENTİ
Türklerin belki de Budapeşte’ye en önemli katkıları Romalılardan kalma mineralize sıcak su kaynaklarını termal hamam ve havuz kompleksleriyle içmelere dönüştürmek olmuş. Kent günümüzde Avrupa’nın kaplıca merkezi. Her gün birçok kaynaktan fışkıran 80 milyon litre değişik özelliklere sahip su onlarca hamam, havuz ve içmeyi besledikten sonra Tuna’ya karışıyor.
Turistlerin en çok rağbet ettikleri Gellert Hamamı 20. yüzyılın başlarında Viyana’da doğan ayrılıkçı (secessionist) sanat akımını yansıtan iç dekorasyonu, mermer kolonları ve rengarenk mozaikleriyle ünlü. Aynı adlı otel de 19. yüzyılın artık gerilerde kalmış ihtişamını anımsatıyor ve adını çok sayıda termal kaynağı bağrında kaynatan Gellert Tepesi’nden alıyor. Kentin en geniş perspektiflerini, özellikle de Buda’nın güneyi ile Peşte’nin tam siluetini 460 metre yükseklikteki bu tepenin zirvesinden (Citadel) görüntülemek mümkün.
Romalılardan kalma kaynaklardan yararlanarak hamam kültürünü Budapeşte’ye yerleştiren Türklerin 16. yüzyılda inşa ettikleri hamamlardan dört tanesi hálá kullanılmakta. En revaçta olanı Rudas, alçak ve yayvan siluetiyle Tuna kıyısına oturtulmuş bir Boğaziçi yalısını andırıyor. Tertemiz soyunma odaları, sauna ve buhar bölümleri, masaj ve içme kabinleriyle komple bir kaplıca tesisi.
Macarlar için yıkanma hamam kültürlerinin sadece bir yönü. Çoğunluğu hamama arkadaşlarıyla buluşmaya, onlarla sohbete, eğlenmeye ve dinlenmeye gidiyorlar. Ben ve oğlum birkaç Euro karşılığı giriş biletimizi alıp, tertemiz soyunma kabinine girince ilk kültür sınavımızla karşılaştık. Girişte bize takmak üzere iki ucunda birer şerit bulunan iki mendil büyüklüğünde bir bez vermişlerdi. Bununla vücudumuzun hangi cephesini saklayacağımıza bir türlü karar veremedik. Sonunda Bülent kabinin kapısını aralayarak bir Macar’ın geçmesini bekledi. "Baba bunlar önlerine takıyorlar "dedi. Şeritlerin ucunu bağlayıp mermer merdivenlerden 450 yıllık kubbenin altındaki sekizgen havuzda Macar dostlarımızla buluştuk. Havuzun içindeki 20-25 kişi ufak gruplar halinde konuşa görüşe yarı yüzme yarı yürüme temposuyla dönüyorlardı. Biz de tempoya kaptırdık kendimizi.
Kubbenin yuvarlak camlarından süzülen güneş hüzmeleri havuzların suları, gürül gürül akan çeşmeler ve parlak mermer kolonlar üzerinde ışık oyunları oynuyordu. 500 yıla yakın bir süre değişmemiş bu manzarayı görüntülemek istediğimi söyleyince Macar dostlarımız panikledi ve birkaç yıl önce buna teşebbüs eden birinin neredeyse linç edildiğini ancak idareden hamamın boş halinin fotoğraflarını alabileceğimizi söylediler.
Sonra arkadaşımızın peşinden yarım kubbelerin altındaki dört ufak havuza girdik. Bunların suyu 38 derece ile 18 derece arasında değişiyordu. Hamam sefa ve sohbeti istirahat odasında son buldu. Peşte’ye geçmeden önce Rudas Hamamı’nın karşısındaki tepenin içine oyulmuş mahzende satılan üç değişik tat ve mineral değerdeki içme sularını da bardağı birkaç kuruşa tattık.
BUDA VE PEŞTE
Kentin merkezinde Buda yakasını Peşte’ye bağlayan köprülerden dördü 19. yüzyılın mirası. En kuzeydeki Margaret Köprüsü sadece iki yakayı birleştirmekle kalmıyor, Tuna’nın ortasındaki yazlık eğlence dinlence merkezi Margaret Adası’nı da kent merkezine bağlıyor. Kolonları heykellerle süslü. Güneyde kalan Elizabeth Köprüsü adını Avusturya- Macaristan İmparatoru Franz Joseph’in Budapeşte ve Macarları çok seven karısı "Sissy"den alıyor. 2. Dünya Savaşı’nda tamamen tahrip olduktan sonra yeniden inşa edilmiş. Bu ikisinin arasındaki 380 metrelik Zincir Köprü’yü 1839-49 yıllarında, New York’taki ünlü Brooklyn Köprüsü’nü tasarlayan İngiliz mimar William Tierney Clark yapmış. Köprünün iki taş kulesini birbirine bağlayan zincirler birer kolye zarafetinde.
Buda’nın surlarla, saraylarla donatılmış tepelerine karşın Peşte yavan bir düzlüğe yayılmış. Doğuya doğru gittikçe sanayi bölgelerine, Sovyet döneminden kalma yatakhane mahallelerine, sonunda bir zamanlar Avrupa’nın buğday deposu olan uçsuz bucaksız Macar ovalarına ulaşıyor. Onların ötesinde de Ural Dağları’nı tahayyül edebiliyorsunuz. Tuna kıyısına dönersek İngiliz Parlamentosu’ndan kopyalanmış mimarisi ve kentin her noktasından görünen (tepesindeki kızıl yıldız bir süre önce koparılmış) yüksek kubbesiyle Macar Parlamentosu’nu görürüz. Onun güneyinde bulunan rıhtım iyi havalarda yürüyüş yapan Budapeştelilerle doluyor. Turistik gezi gemileriyle restorana dönüştürülmüş tekneler de buraya bağlı. Bu iskelelerden tarihi Estergon Kalesi veya Viyana’ya nehirden yolculuk mümkün.
Rıhtımın arkasındaki modern otellerin kaba geometrileri Tuna’nın kıvrımlarına ve köprülerinin dantelimsi siluetlerine yakışmıyor. Neyse ki Peşte’yi süsleyen başka birçok yapı var: 20. yüzyılın başında Viyana’dan esen "secession" akımının şekillendirdiği Postane, Viyana’nın üçte biri bilet fiyatına çok terbiyeli sesleri dinleyebileceğiniz, üç tonluk avizesi, tavan freskleri, mermer kolonlu fuayesinin ihtişamıyla ünlü Devlet Operası, sık sık Ferenc Lehar ve Imre Kalman gibi Macar bestecilerin eserlerini sahneye koyan Başkent Operet Tiyatrosu, Tuna’ya bakan süslü cephesiyle Vigado Konser Salonu ve en ünlü müzisyenleri Franz Liszt’in adını taşıyan Müzik Akademisi gibi.
KİLİSELER, SİNAGOGLAR
Peşte yakasındaki Macar Milli Müzesi Viyana ve Prag’daki birçok yapı gibi, bu topraklara I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar hükmeden Habsburg Hanedanı’nın son debdebeli döneminde, yani 19. yüzyılın ortalarında inşa edilmiş ve Neo-Klasik üslupta. İçindeki tablo, silah, mobilya, giysi, mücevher gibi objeler Rusya’nın Ural bölgesinden göç eden Macar kavminin 9. yüzyılda Arpad sülalesinin önderliğinde şimdiki coğrafyasına yerleşip Estergon’u başkent yapmasından günümüze dek geçirdiği tüm evreleri kapsıyor. 1526 Mohaç Savaşı’yla başlayan ve Osmanlıların Hıristiyan ordularınca 1686’da Buda’dan çıkartılmasına kadar süren dönemin yapıtları ise kin ve hamaset içermeyen yorumlarla sergileniyor. 18. ve 19. yüzyıla ait vitrinler Macarların esas özgürlük mücadelesinin Avusturyalı Habsburg hanedanına karşı verilmiş olduğunu kanıtlıyor.
Avusturyalılara karşı ilk ayaklanmayı tetikleyen Milli Şiir’i de şair Sandor Petofi 15 Mart 1848’de müzenin merdivenlerinde okumuş. Kurtuluş mücadelesinin önderi Lajos Kossuth (1802-94) 1849’da ilk özgür ve demokratik Macar rejimi bastırıldıktan sonra yurtdışına çıkartıldığında Osmanlı devletinin ona kucak açması da ülkenin hafızasında yaşıyor.
Peşte yakasında Parlamento, Opera, Mili Müze gibi yapıların yanında birçok kilise ve sinagog da var. Budapeşte’yi Osmanlı’dan sonra egemenliğine alan Habsburglar, Ferenc II. Rakoczi’nin liderliğindeki ulusal ayaklanmayı (1703-1711) atlattıktan sonra kenti Barok tarzda kiliselerle yapılandırmaya başladılar. Bunlardan St. Elizabeth, St. Margareth ve Matyaş kiliseleri Buda, St.Stephan Basilikası ve İçşehir (Parish) Kilisesi Peşte’de. İlki bir caminin yakıntısı üzerine inşa edilmiş. Peşte’deki en eski yapı olan sonuncusunun Gotik iç dekorasyonunun arasında günümüze dek korunabilmiş bir mihrabın kalıntısı bulunuyor. Viyanalı mimar Ludwig Förster tarafından 1859’da bitirilen Büyük Sinagog’un Bizans ve Mağrip karışımı mimarisi kentteki hiçbir başka yapıya benzemez ve özellikle minareyi andıran iki kulesiyle size hemen Akdeniz’in çizgi ve renklerini hatırlatır.
Baskı döneminin müzeleri
Görkemli malikaneler ve kocaman ağaçların gölgelediği geniş kaldırımlar arasından Kahramanlar Meydanı’na giden Andrassy Bulvarı’ndaki 60. numara gerçekten terörün adresi. II. Dünya Savaşı’ndaki Alman işgali sırasında Macar Nazi partisi Ok-Haç’ın Sadakat Evi adı altında parti karargahı olarak kullanılan bina, 1945’ten sonra komünist gizli polisi AVO’nun merkezi olmuş. Her iki örgütün kullandıkları dinleme cihazları, sanduka boyutundaki hücreler, bodrumundaki işkence aletleri ve zalimlere onlarca defa hizmet etmiş idam sehpası son defa birkaç gün önceye kadar kullanıldıkları izlenimini uyandırıyor.
Terzilikten siyasi polisliğe, sonra AVO’nun başına geçen Gabor Peter ve birçoğu halen hayatta olan diğer gizli polis şeflerinin fotoğrafları müzenin duvarlarında ibret için sergilenirken, binanın bodrumunda öldürülmüş yüzlerce kurbanın vesikalık fotoğraflarıysa avlunun duvarlarında tarihe tanıklık ediyor, Macarların geçmişleriyle yüzleşmelerine yardımcı oluyor.
Aynı görevi üstlenmiş bir başka olağandışı müze de şehrin yarım saat kadar dışındaki Heykel Parkı. Halkın anıt mezarlığı diye de tanımladığı bu parkta Sovyet rejimi sırasında parkları, meydanları, kamu binalarının girişlerini süsleyen Marx, Lenin, Stalin heykelleri, 1956’da Sovyet tanklarına davetiye çıkaran Komünist Parti Genel Sekreteri Janos Kadar ve Bela Kun, Matyas Rakochi gibi birçok başka komünist liderinin büstleriyle sosyalist gerçekçiliğinin tipik işçi-çiftçi-öğrenci frizlerinden örnekler var.
AVRUPA’NIN EN BÜYÜK GÖLÜ
Avrupa’nın en büyük gölü Balaton’un (596 km2) bu ülkede olduğunu hatırlatalım. Türkiye’nin upuzun, güneşli kumsallarına kıyasla Balaton’un bulanık ve sığ (ort. 3 metre) suları, dinlenme kampları, tedavi merkezleri ve sayfiye evleriyle dolmuş sahilleri pek cazip olmayabilir. Ancak, Soğuk Savaş sonrası Sovyet dünyası dışa açılıncaya kadar Doğu Almanlar başta olmak üzere komünist ülkelerin turistleri için bir cazibe merkeziydi. Hálá o dönemin izlerini taşımakta. 15 yılda bir Sovyet uydusundan Avrupa Birliği üyesine dönüşen Macaristan’ın gerçekleştirdiği hızlı dönüşümün de bir göstergesi bu tatil yöresi.
NEREDE YİYELİM
Günün yorgunluğunu üzerinizden atabileceğiniz ideal mekan Peşte’nin otel, alışveriş ve rıhtım bölgelerine yakın Vorosmarty meydanındaki Gerbeaud kahvesi. Viyana usulü pastaları, ay çörekleri ve kekleriyle damağınızı, yine Viyana kökenli "seccessionist" dekoruyla da gözünüzü okşar. Karnınız kahvede doymayacaksa Gerbaud’ın çok yakınındaki İngiliz Sefareti’nin yanıbaşındaki Arany Barany Restaurant’ta makul bir fiyata veya rıhtıma bağlı Spoon Restaurant’ta saray ve hisar manzarasına karşı ama daha maliyetli güzel bir yemek yiyebilirsiniz. Vaktiniz ve niyetiniz varsa Gerbaud’un yanıbaşında başlayan sadece yayalara açık Vaci Sokağı kentin alışveriş merkezi. Sokağın güney ucundaki üç katlı Büyük Pazar ise meyve, sebze, et ve peynir çeşitleri satan 180 mağazasıyla kentin en büyük kapalı çarşısı. 19. yüzyıl mimarisinin de çok iyi bir örneği.
Macaristan’dan ayrılmadan...
Budapeşte’nin 25 kilometre kuzeyindeki Szentendre’de hem burayı kuran Sırp göçmenlerin inşa ettikleri Ortodoks kiliselerini görüp, hem de bu kasabayı günümüzde bir bohem sığınağına dönüştürmüş sanatkarların galerilerini gezerek modern sanat eserleri seçebilirsiniz. Özellikle seramik yapıtlar Macar halkının renk ve geleneklerini yansıtmakta. Kasabadaki rustik restoranlar da çok sempatik. Kuzeye doğru 15 kilometre daha yol giderseniz ulaşacağınız Visegrad, Tuna’nın en dar kıvrımına egemen bir tepeye oturtulmuş kalesiyle ünlü. Batıya dönüp Tuna boyunda 5-10 kilometre ilerleyince de Estergon var. Katedrali Macar başpiskoposluğunun merkezi olan Estergon, ülkenin en kutsal kenti sayılmakta. Osmanlı ve Avusturya orduları arasında sık sık el değiştiren bu uç kalesi iki imparatorluğu tartan bir tahteravalli gibi oynak bir özelliğe sahip. Budapeşte’den Vizegrad ve Estergon’a Tuna’da seyreden hızlı motorlarla ulaşmak da bir seçenek.