Hüseyin YURTTAŞ
Son Güncelleme:
Bu topraklarda saraya layık mintanlar dikilir, hüzünlü türküler söylenir
Buldan’ın sokaklarında yürürken kulaklarınıza çalınan "tıkı tıkı tak tak; tıkı tıkı tak tak" sesleriyle irkilirsiniz. Dokuma tezgáhlarının bitmez tükenmez bir sabrın işaretini verdiği sestir bu. Gün görmüş evlerin altlarına, loş ışıklı odalara, salonlara, verandalara kurulmuş tezgáhlar bir saatin kararlılığıyla zamanı öğütür gibidir. Buldan, ahşabın nakış gibi işlendiği tarihi konakları, kuşların konakladığı dağ gölleri ve Denizli yöresinin en hüzünlü türküleriyle gezginlerin ruhunda derin izler bırakır.
Buldan’a iki yönden gitmek mümkün. Birincisi, İzmir-Aydın-Denizli karayolundan, Sarayköy’e varmadan sola saparak; ikincisi, İzmir-Ankara yolundan, Salihli’den sonra sağa saparak Alaşehir, Sarıgöl üzerinden.
"Dağlarından yağ, ovalarından bal akar" denilen yerlerdir buraları. Gediz Ovası’nda dünyanın en iyi üzümlerinin yetiştiği bağlar; Büyük Menderes Ovası’nda ise incir ve pamuk, yamaçlarda ise zeytin ağırlıktadır.
Her iki yoldan gitmek de farklı keyifler verir insana. Yeşilin bin türlüsü önünüze serilir ve siz ilerledikçe geri geri akar durur. Her iki yolda da köyler, kasabalar dizi dizidir. Çağdaşlıkta birbiriyle yarışan bakımlı, yeşil, çiçeklerle bezeli kasabalardır çoğu.
Ben bu kez Sarıgöl yolundan gittim. Arşın arşın sarkan sultaniye üzüm salkımları henüz toplanamamıştı. Yağmurdan ve güneşten korumak için üzerlerine örtü gerilenler çoğunluktaydı. Üzüm serenler vardı, sergilerinde çalışanlar ya da onları toplayanlar vardı. Traktörünü sergiye dayamış, ıslanmış üzümlerini yeniden seren bir aileye merhaba dedim. Burunlarından soluyorlardı. "Mahvolduk bu yıl, üzüm para edecek diye bugünleri bekledik; yağmurlar da erken yağıverince işte böyle simsiyah oldu üzüm." Büyüklere selam yollamaktaydılar kadın erkek hep birden. O selamı buradan iletiyorum. Alan alsın gayrı da, ne yaptığını bilsin...
TEPENİN ARDINDAKİ KIRAÇ TOPRAKLAR
Gediz Ovası Sarıgöl’ün yanıbaşında biter ve tırmanmaya başlarsınız. Burada dönüp dönüp ovaya bakmak ve dahi Sarıgöl’ü yukardan seyretmek ayrı bir keyiftir.
Yokuşları tüketip de öte yüze devrildiniz mi, kıraç toprakların engebesi içinde bulursunuz kendinizi. Tarlalarda yazdan kalma tütünlerin üşümüş gibi duran çıplak bedenleri kıracın önemli farklılıklarındandır. Ancak, burada da çalışkan insanlar kıracın olanaksızlığını aşıp bağlar yetiştirmişler, bahçeler göğertmişlerdir. Tarlalarda, bağlarda ve bahçelerde insanlar kulağa çalınan bir türkü kadar tanıdık, içten ve yakındırlar. El sallayana candan gönülden yanıt verirler ki, bakışları çakmak ışıltısındadır.
"Buldan Zeybeği"ni bilen bilir de bir de ünlü türküleri vardır buranın. Bölgede son yıllara kadar türkü yakılan nadir yerlerden biridir Buldan. Köyler, acılarını ağıtlarla dile getirme ve çeşitli olayların ardından türkü yakma geleneğini sürdüregelmişlerdir.
Bunlardan Derbent, yol boyunda bir köy. Deresi, önünden akıp aşağılara doğru gidiyor. Çınarlar, kavaklarla... Bir kış günü Sarıgöl’den "yedi deveyle yürüyen Musa"nın ve iki arkadaşının donduğu yerdir orası ve bunun için o ünlü ağıt yakılmıştır:
"Derbent deresini duman bürüdü / Yedi deveyilen Musa’m yürüdü. / Musa’mın ciğeri mosmor oldu çürüdü / Ağlasın ağlasın anam ağlasın..."
İKİ KAPILI KASABA
Samim Kocagöz’ün "Nabi’nin Park Kahvesi" adlı kitabının ilk adı "Bir Şehrin İki Kapısı"dır. Söke’yi, Söke’nin insanlarını anlatır. Buldan ile Çanakkale’nin Ayvacık ilçesini her görüşte bu ad aklıma gelir. Garip şey, Buldan ile Ayvacık (Buldan daha dik olmak üzere) iki benzer yamaca kuruludur ve şehirlerarası yol iki üç kilometre aşağıdan geçer. Geniş bir V gibidir bu iki bağlantı yolu ve şehir girişleri, hatta kaba şekliyle kuruluş biçimleri bile birbirini andırır. Gidip geri gelme duygusu yaşamadan bir yandan girer, öbür yandan çıkıp gidersiniz bu iki ilçeye de.
Buldan’da, yokuşun başında sizi "Dördeylül İlköğretim Okulu"nun yüz yıllık görkemli yapısı karşılar.
Çarşı içinden ilerleyip sola döndüğünüzde gözünüze ilişen minareyi hedefleyip yürürseniz, tarihi Çarşı Camii’nin önünde bulursunuz kendinizi. Tarihi yapı, restore edilip ayağa kaldırılmış. Özellikle çinilerle bezeli mihrabı başlı başına bir eser. Taş duvarlarının görüntüsü dar sokakların geniş açıya müsaade etmemesi yüzünden fotoğrafa getirilmesi çok zor.
İşte oralarda, yukarılara doğru tırmanan küçük, dar ve labirent gibi birbirine ulanan sokaklarına doğru yürüdüğünüzde kulaklarınıza çalınan "tıkı tıkı tak tak; tıkı tıkı tak tak" sesleriyle irkilirsiniz. Dokuma tezgáhlarının bitmez tükenmez bir sabrın işaretini verdiği sestir bu. Gün görmüş evlerin altlarına, loş ışıklı odalara, salonlara, verandalara kurulmuş tezgáhlar bir saatin kararlılığıyla zamanı öğütür gibidir.
İşte orada durmak ve kapılardan birinden başını uzatmak en iyisidir. Modern, tıkır tıkır işleyen bir tezgáh çıkarsa karşınıza, başındakiler, sizi yıllar öncesinin el dokuma tezgáhlarına da yönlendireceklerdir. Buldan halkı, geleni gideni hoş karşılayan, önüne düşüp yol gösteren cana yakın insanlardan oluşuyor. O bakımdan, bu kasabanın yaşamını tanımakta hiç zorlanmazsınız. Güle oynaya ve kolaycacık her yeri dolaşır, çayı kahvesiyle ağırlanır ve yolcu edilirsiniz.
Orada, bir evin ikinci katında el dokuma tezgáhı ile yerde duran eski çıkrıklar sizi tarihin derinliklerine götürür. Dalar gidersiniz. Çıkrığın önünde duran ortası delik taş hele... Canım insanım, şimdi kemikleri sürme olsa da bizi ışıltılı bir gülümsemeyle selamlar şekil verdiği, işe yarar hale getirdiği o taşla.
Geçmişte, "Osman Gazi’ye mintan, Yıldırım Bayezid’in kızına gelinlik, Barbaros’a şal, Genç Osman’a gömlek" dikmenin gün görmüşlüğü ve alçakgönüllü onuru onlara yeter, artar çünkü.
Topdamı’na çıkın, şehri yükseklerden seyredin
Mehmet Mutsak’ın daha önce küçük bir fabrikası varmış. 25 kişi çalışıyormuş. Haftada iki ton mal üretiyormuş. Satış, pazarlama güçlükleri ile tahsilat zorlukları ve piyasa koşulları zora sokmuş onu. O tür üretim ve pazarlamadan çekilmiş. El dokumasına dönmüş. "Azıcık aşım..." diyerek "kaygısız başı"nı yastığa koyduğunda rahat uyuyormuş şimdi. Ancak, üreten bu güzel insanların sıkıntıları aşikár. Medet ey!
Ben Buldan’ı ekimde gezdim. Şehri tepeden görmek amacıyla Topdamı’nı sorunca Mehmet Mutsak işi gücü bıraktı, beni taşıtına bindirdiği gibi o kargacık burgacık sokaklardan, dik yokuşlardan Topdamı’na çıkardı. Doğrusu ben gidecek olsam ya bulamazdım, ya da yılgınlığa düşüp geri dönerdim.
Topdamı, adından da anlaşılacağı üzere, ramazan topunun bulunduğu bir yermiş. Şehri kuşbakışı sayılabilecek şekilde gören bir yer. Oradan Buldan’ı seyretmek, ormanlarla kaplı yeşilin alt yanında kırmızı kiremitli evleriyle kasabanın sessiz görüntüsünü seyretmek ayrıcalıklı bir keyif, başlı başına bir güzellik.
Buldan çarşısı ise, üretilmiş bin bir çeşit "Buldan işi"nin, "Buldan bezi"nin sergilendiği her dem açık bir yer. Abartısız fiyatları, içten yaklaşımlarıyla dükkánlar, mağazalar yan yana dizilmiş; konuklarını bekliyor.
Unutmadan söyleyeyim: Benim çıkıp da göremediğim, Buldan Yaylası’na resimlerinden áşık oldum. Bir gün mutlaka görmeliyim dediğim Buldan Yaylası ile Buldan Yayla Gölü birçok kuş türünün barınağı imiş. Oradaki tertemiz, pırıl pırıl, dünyanın dışındaymış gibi duran yaşam alanı da da gidenlerce görülmeli ve özellikle de turlar, burayı programlarına almalı derim.
Buldan, tıpkı ipeklisi, kumaşı, bezi, havlusu gibi özgün dokusu ile yumuşacık, sevecen ve tertemiz bir yüz olarak orada duruyor. Sizi her an karşılamaya hazır. Yardıma ve sizi ağırlamaya can atan içtenlikli insanlarıyla elbette.
Menderes’in kayınpederinin konağı restore edilip turizme kazandırıldı
Buldan evleri, daracık sokaklarda birbirine doğru uzanmış cumbalarıyla, çatılarının geniş saçaklarıyla komşularını her dem özleyen yapılardır. Ahşabın sıcaklığı, Anadolu ev düzeninin titizliği ve düzenliliği bu evlere ait oldukları tarih gibi sinmiştir. Kapı işlemeleri ve oymalar, dikmeler, hatıllar, payandalar ve kirişler nasıl bir tasarım ürünü olduklarını size gösterir. Zamana nasıl direndiklerini anlamak ise bu birlikteliğin yakışığını kavramaktan geçer.
Buldan, eski evlere, tarihi yapılara sahip çıkıyor ve bugün birçok bina restore ediliyor.
Geçen yıllarda restore edilen yapılardan biri ise Evliyazade Konağı. "Buldanevi" olarak da anılan bu konak, Adnan Menderes’in kayınpederine ve ailesine aitmiş. Klasik ev düzeni buraya da hakim. Odalardan birinde Atatürk’ün, diğerinde Menderes’in fotoğrafı var. Atatürk’ün fotoğrafı özgünmüş ve bir Alman tarafından çekilmiş. Fotoğraf bir cama yapışık. Çıkarmak için zorlamışlar yırtılmış. Sonra öylece yerinde bırakmışlar.
Evliyazade Konağı şu anda turizme ve üretime açık bir yer. Melda ve Mehmet Mutsak çifti tarafından işletiliyor. Konakta eski el tezgáhlarıyla üretim devam ediyor. Burada satış da var, dışarıya da mal gönderiyorlar. Öyle ki, Buldan işlerini gönderdikleri arasında çok ünlü firmalar da var. Orada sıcacık bir karşılama ile bir çay ya da kahve içmenin tadı başka. Tezgáh tıkırtıları arasında, dokuma tanıklıkları ile hem de.
"Dağlarından yağ, ovalarından bal akar" denilen yerlerdir buraları. Gediz Ovası’nda dünyanın en iyi üzümlerinin yetiştiği bağlar; Büyük Menderes Ovası’nda ise incir ve pamuk, yamaçlarda ise zeytin ağırlıktadır.
Her iki yoldan gitmek de farklı keyifler verir insana. Yeşilin bin türlüsü önünüze serilir ve siz ilerledikçe geri geri akar durur. Her iki yolda da köyler, kasabalar dizi dizidir. Çağdaşlıkta birbiriyle yarışan bakımlı, yeşil, çiçeklerle bezeli kasabalardır çoğu.
Ben bu kez Sarıgöl yolundan gittim. Arşın arşın sarkan sultaniye üzüm salkımları henüz toplanamamıştı. Yağmurdan ve güneşten korumak için üzerlerine örtü gerilenler çoğunluktaydı. Üzüm serenler vardı, sergilerinde çalışanlar ya da onları toplayanlar vardı. Traktörünü sergiye dayamış, ıslanmış üzümlerini yeniden seren bir aileye merhaba dedim. Burunlarından soluyorlardı. "Mahvolduk bu yıl, üzüm para edecek diye bugünleri bekledik; yağmurlar da erken yağıverince işte böyle simsiyah oldu üzüm." Büyüklere selam yollamaktaydılar kadın erkek hep birden. O selamı buradan iletiyorum. Alan alsın gayrı da, ne yaptığını bilsin...
TEPENİN ARDINDAKİ KIRAÇ TOPRAKLAR
Gediz Ovası Sarıgöl’ün yanıbaşında biter ve tırmanmaya başlarsınız. Burada dönüp dönüp ovaya bakmak ve dahi Sarıgöl’ü yukardan seyretmek ayrı bir keyiftir.
Yokuşları tüketip de öte yüze devrildiniz mi, kıraç toprakların engebesi içinde bulursunuz kendinizi. Tarlalarda yazdan kalma tütünlerin üşümüş gibi duran çıplak bedenleri kıracın önemli farklılıklarındandır. Ancak, burada da çalışkan insanlar kıracın olanaksızlığını aşıp bağlar yetiştirmişler, bahçeler göğertmişlerdir. Tarlalarda, bağlarda ve bahçelerde insanlar kulağa çalınan bir türkü kadar tanıdık, içten ve yakındırlar. El sallayana candan gönülden yanıt verirler ki, bakışları çakmak ışıltısındadır.
"Buldan Zeybeği"ni bilen bilir de bir de ünlü türküleri vardır buranın. Bölgede son yıllara kadar türkü yakılan nadir yerlerden biridir Buldan. Köyler, acılarını ağıtlarla dile getirme ve çeşitli olayların ardından türkü yakma geleneğini sürdüregelmişlerdir.
Bunlardan Derbent, yol boyunda bir köy. Deresi, önünden akıp aşağılara doğru gidiyor. Çınarlar, kavaklarla... Bir kış günü Sarıgöl’den "yedi deveyle yürüyen Musa"nın ve iki arkadaşının donduğu yerdir orası ve bunun için o ünlü ağıt yakılmıştır:
"Derbent deresini duman bürüdü / Yedi deveyilen Musa’m yürüdü. / Musa’mın ciğeri mosmor oldu çürüdü / Ağlasın ağlasın anam ağlasın..."
İKİ KAPILI KASABA
Samim Kocagöz’ün "Nabi’nin Park Kahvesi" adlı kitabının ilk adı "Bir Şehrin İki Kapısı"dır. Söke’yi, Söke’nin insanlarını anlatır. Buldan ile Çanakkale’nin Ayvacık ilçesini her görüşte bu ad aklıma gelir. Garip şey, Buldan ile Ayvacık (Buldan daha dik olmak üzere) iki benzer yamaca kuruludur ve şehirlerarası yol iki üç kilometre aşağıdan geçer. Geniş bir V gibidir bu iki bağlantı yolu ve şehir girişleri, hatta kaba şekliyle kuruluş biçimleri bile birbirini andırır. Gidip geri gelme duygusu yaşamadan bir yandan girer, öbür yandan çıkıp gidersiniz bu iki ilçeye de.
Buldan’da, yokuşun başında sizi "Dördeylül İlköğretim Okulu"nun yüz yıllık görkemli yapısı karşılar.
Çarşı içinden ilerleyip sola döndüğünüzde gözünüze ilişen minareyi hedefleyip yürürseniz, tarihi Çarşı Camii’nin önünde bulursunuz kendinizi. Tarihi yapı, restore edilip ayağa kaldırılmış. Özellikle çinilerle bezeli mihrabı başlı başına bir eser. Taş duvarlarının görüntüsü dar sokakların geniş açıya müsaade etmemesi yüzünden fotoğrafa getirilmesi çok zor.
İşte oralarda, yukarılara doğru tırmanan küçük, dar ve labirent gibi birbirine ulanan sokaklarına doğru yürüdüğünüzde kulaklarınıza çalınan "tıkı tıkı tak tak; tıkı tıkı tak tak" sesleriyle irkilirsiniz. Dokuma tezgáhlarının bitmez tükenmez bir sabrın işaretini verdiği sestir bu. Gün görmüş evlerin altlarına, loş ışıklı odalara, salonlara, verandalara kurulmuş tezgáhlar bir saatin kararlılığıyla zamanı öğütür gibidir.
İşte orada durmak ve kapılardan birinden başını uzatmak en iyisidir. Modern, tıkır tıkır işleyen bir tezgáh çıkarsa karşınıza, başındakiler, sizi yıllar öncesinin el dokuma tezgáhlarına da yönlendireceklerdir. Buldan halkı, geleni gideni hoş karşılayan, önüne düşüp yol gösteren cana yakın insanlardan oluşuyor. O bakımdan, bu kasabanın yaşamını tanımakta hiç zorlanmazsınız. Güle oynaya ve kolaycacık her yeri dolaşır, çayı kahvesiyle ağırlanır ve yolcu edilirsiniz.
Orada, bir evin ikinci katında el dokuma tezgáhı ile yerde duran eski çıkrıklar sizi tarihin derinliklerine götürür. Dalar gidersiniz. Çıkrığın önünde duran ortası delik taş hele... Canım insanım, şimdi kemikleri sürme olsa da bizi ışıltılı bir gülümsemeyle selamlar şekil verdiği, işe yarar hale getirdiği o taşla.
Geçmişte, "Osman Gazi’ye mintan, Yıldırım Bayezid’in kızına gelinlik, Barbaros’a şal, Genç Osman’a gömlek" dikmenin gün görmüşlüğü ve alçakgönüllü onuru onlara yeter, artar çünkü.
Topdamı’na çıkın, şehri yükseklerden seyredin
Mehmet Mutsak’ın daha önce küçük bir fabrikası varmış. 25 kişi çalışıyormuş. Haftada iki ton mal üretiyormuş. Satış, pazarlama güçlükleri ile tahsilat zorlukları ve piyasa koşulları zora sokmuş onu. O tür üretim ve pazarlamadan çekilmiş. El dokumasına dönmüş. "Azıcık aşım..." diyerek "kaygısız başı"nı yastığa koyduğunda rahat uyuyormuş şimdi. Ancak, üreten bu güzel insanların sıkıntıları aşikár. Medet ey!
Ben Buldan’ı ekimde gezdim. Şehri tepeden görmek amacıyla Topdamı’nı sorunca Mehmet Mutsak işi gücü bıraktı, beni taşıtına bindirdiği gibi o kargacık burgacık sokaklardan, dik yokuşlardan Topdamı’na çıkardı. Doğrusu ben gidecek olsam ya bulamazdım, ya da yılgınlığa düşüp geri dönerdim.
Topdamı, adından da anlaşılacağı üzere, ramazan topunun bulunduğu bir yermiş. Şehri kuşbakışı sayılabilecek şekilde gören bir yer. Oradan Buldan’ı seyretmek, ormanlarla kaplı yeşilin alt yanında kırmızı kiremitli evleriyle kasabanın sessiz görüntüsünü seyretmek ayrıcalıklı bir keyif, başlı başına bir güzellik.
Buldan çarşısı ise, üretilmiş bin bir çeşit "Buldan işi"nin, "Buldan bezi"nin sergilendiği her dem açık bir yer. Abartısız fiyatları, içten yaklaşımlarıyla dükkánlar, mağazalar yan yana dizilmiş; konuklarını bekliyor.
Unutmadan söyleyeyim: Benim çıkıp da göremediğim, Buldan Yaylası’na resimlerinden áşık oldum. Bir gün mutlaka görmeliyim dediğim Buldan Yaylası ile Buldan Yayla Gölü birçok kuş türünün barınağı imiş. Oradaki tertemiz, pırıl pırıl, dünyanın dışındaymış gibi duran yaşam alanı da da gidenlerce görülmeli ve özellikle de turlar, burayı programlarına almalı derim.
Buldan, tıpkı ipeklisi, kumaşı, bezi, havlusu gibi özgün dokusu ile yumuşacık, sevecen ve tertemiz bir yüz olarak orada duruyor. Sizi her an karşılamaya hazır. Yardıma ve sizi ağırlamaya can atan içtenlikli insanlarıyla elbette.
Menderes’in kayınpederinin konağı restore edilip turizme kazandırıldı
Buldan evleri, daracık sokaklarda birbirine doğru uzanmış cumbalarıyla, çatılarının geniş saçaklarıyla komşularını her dem özleyen yapılardır. Ahşabın sıcaklığı, Anadolu ev düzeninin titizliği ve düzenliliği bu evlere ait oldukları tarih gibi sinmiştir. Kapı işlemeleri ve oymalar, dikmeler, hatıllar, payandalar ve kirişler nasıl bir tasarım ürünü olduklarını size gösterir. Zamana nasıl direndiklerini anlamak ise bu birlikteliğin yakışığını kavramaktan geçer.
Buldan, eski evlere, tarihi yapılara sahip çıkıyor ve bugün birçok bina restore ediliyor.
Geçen yıllarda restore edilen yapılardan biri ise Evliyazade Konağı. "Buldanevi" olarak da anılan bu konak, Adnan Menderes’in kayınpederine ve ailesine aitmiş. Klasik ev düzeni buraya da hakim. Odalardan birinde Atatürk’ün, diğerinde Menderes’in fotoğrafı var. Atatürk’ün fotoğrafı özgünmüş ve bir Alman tarafından çekilmiş. Fotoğraf bir cama yapışık. Çıkarmak için zorlamışlar yırtılmış. Sonra öylece yerinde bırakmışlar.
Evliyazade Konağı şu anda turizme ve üretime açık bir yer. Melda ve Mehmet Mutsak çifti tarafından işletiliyor. Konakta eski el tezgáhlarıyla üretim devam ediyor. Burada satış da var, dışarıya da mal gönderiyorlar. Öyle ki, Buldan işlerini gönderdikleri arasında çok ünlü firmalar da var. Orada sıcacık bir karşılama ile bir çay ya da kahve içmenin tadı başka. Tezgáh tıkırtıları arasında, dokuma tanıklıkları ile hem de.