Nilgün KANIBİR
Son Güncelleme:
Bu insanlar evde yemek pişirmiyor mu, hiç dinlenmezler mi, diye sorduran bir şehir MADRİD
İspanya’nın en büyük iki şehrinden biri olan Madrid (diğeri Barcelona) çok canlı; özellikle haftasonları, Londra, Paris gibi diğer metropollerden akın akın insan geliyor. Neredeyse, 24 saati yaşayan bir metropol. Ne zaman dinleniyorlar diye kendi kendinize sormadan edemiyorsunuz. Her yaştaki insanı gerek tek başına gerekse de bir arkadaş grubuyla birlikte, günün her saatinde, bir bar ya da kafeteryada görebilirsiniz.
Sanki, evlerine hiç uğramıyorlar, evde hiç yemek pişmiyor gibi... Adı Arapça Büyük Köprü olan "Magerit"ten gelen Madrid, ülkedeki yolların tam ortasında kalıyor ve üç milyonun üzerinde bir nüfusa sahip.
Yerel saatle 12.00. Yavaş yavaş alçalıyoruz. Uçağın o küçücük penceresinden Madrid’e bakıyoruz, uzun uzadıya. Sanki bir Orta Anadolu şehrine inmek üzereyiz. Pek canlı olmayan bir tabiat; kıraç bir bitki örtüsü, fazla yüksek olmayan tepeler, birbirini kesen yollar... İnsanın içinde heyecan uyandıracak bir görüntü yok. Uçaklarla dolu apronda ilerleyen ve yaklaşık iki saat önce Milano’da aktarma yapan Alitalia uçağı, sonunda kendine yanaşacak bir körük buluyor ve biz, tıpkı zaman tünelinde olduğu gibi, yaklaşık bir yıl sonra yine, Barajas’ın o canlı, koşuşturma içindeki atmosferindeyiz.
Milano’dan transit geldiğimiz için de gümrükle bir işimiz olmadan ülkeye giriyoruz. Çok geçmeden, metroya giden o yürü yürü bitmez "yürüyen" yolda buluyoruz kendimizi. İlk işimiz, hem metroda, hem de otobüste geçerli "10’luk metro-bus" kartı almak. Kalacağımız Hostal Jaen’in bulunduğu Anton Martin’e, üç hat değiştirerek gideceğiz.
HERKES SOKAKLARDA YEMEKTE, ALIŞVERİŞTE
Sabah saatleri... Madrid’in kalbi sayılan Puerta del Sol’dayız (Güneşin kapısı). Meydana bakan, gün boyu kalabalığı hiç eksik olmayan, "Cafe Mallorquina"da, "cafe con leche" eşliğinde güne "merhaba" diyoruz. Madrid insanı için vakit henüz erken.
Meydanın bir başka köşesindeki dev, çok katlı mağazalar zinciri El Corte Ingles, yeni yeni kepenklerini kaldırmış. Kafeteryada kimi "El Mundo"ya, kimi de "El Pais"e göz atıyor. Bir kısmı da, dünden yarım kalan konunun devamını getiriyor gibi. Biz de, konuşulanlardan bildiğimiz kelimeleri süzmeye çalışıyoruz. Kısaca, ısınma turları..
Madrid, her şeyden önce, çok canlı; özellikle haftasonları, Londra, Paris gibi diğer metropollerden akın akın insan geliyor. Neredeyse, 24 saati yaşayan bir metropol. Ne zaman dinleniyorlar diye kendi kendinize sormadan edemiyorsunuz. Her yaştaki insanı gerek tek başına gerekse de bir arkadaş grubuyla birlikte; günün her saatinde, bir bar ya da kafeteryada görebilirsiniz. Sanki, evlerine hiç uğramıyorlar, evde hiç yemek pişmiyor gibi...
İki ayağı üzerine ayağa kalkmış, Madrid’in simgesi ayı heykelini geçip, sağlı sollu alışveriş mağazalarıyla dolu Calle Carmen’i, hemen arkasındaki Calle Preciados’u, biraz ilerideki, kitap, cd cenneti "Fnac" binasını turluyoruz. Yol bizi, bir başka büyük caddeye, Gran Via’ya çıkarıyor. Caddenin bir ucu, Plaza de Cibeles’e, diğer ucu da Plaza de Espana’ya uzanıyor. Hatta isteyen soluğu, biraz ilerideki Santa Maria Parkı’nda alabilir. Olmadı, Manzanares Nehri’ni ayaklarınızın altına alan, birbuçuk kilometrelik bir teleferik yolculuğuyla neredeyse bir şehir büyüklüğünde, uçsuz bucaksız Casa de Campo’ya gidebilirsiniz.
Kaldığımız Hostal Jaen (www.hjaen.com), Sol Meydanı’na yedi sekiz dakika yürüme mesafesinde. Dar, tek yönlü bir caddede, oldukça eski, orijinal binaların arasında. Anton Martin metro istasyonuna ise üç dakika uzaklıkta. Caddenin diğer ucu, Goya, Velazquez, Murillo, El Greco, Rubens ve daha birçok ressamın o ölümsüz tablolarını görebileceğiniz ünlü Prado Müzesi’ne açılıyor. Müzenin hemen arkası ise yemyeşil Retiro Park. Kendinizi adeta unutacağınız bir başka mekan.
Prado’nun karşı çaprazında, bir başka müze, Bornemizsa Thyssen, biraz aşağısında, ünlü tren garı Atocha. Garın karşısında da Reina Sofia. İçinde Picasso’nun, iç savaşı tasvir eden o ölümsüz eseri "Guernica" yer alıyor.
Gelelim, yeme içme alışkanlıklarına ve meşhur tapas konusuna. Hemen her köşebaşında bir "Cerveceria" ya da " Museo del Jamon" levhası var. Gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olan bu mekanlardan insanlar hiç çıkmıyorlar gibi. Sabah, ayaküstü bir kahve ve kruasan, kahvaltı için yeterli görülüyor. Öğle saatlerinde, özellikle çalışan kesim için, "menu del dia", yani günün mönüsü; iki ana yemek+içecek+tatlı/kahve şeklinde.
Biraz daha geç bir saatte ise kafeteryalar, "merianda" denilen, İngilizlerin beş çayına benzer bir mönü sunuyorlar. Akşam saatleri, iş çıkışıyla birlikte, yaşam farklı bir renge bürünüyor. Yavaş yavaş tapas barlar yükünü almaya başlıyor. Mönüde neler yok ki... Türlü sandviçler (bocadillo; kalamarlı, ançuezli, jambonlu), patatesli İspanyol omleti (tortilla) ve yanında da buz gibi biranız... Aslında bunlar, henüz açılış. Zira, İspanyolların akşam yemeği saati, genellikle gece 10.00 civarı. Daha önlerinde, yaşanacak uzunca bir zaman dilimi var. Geç saatte yenen yemek sonrası, bir kısım Madridli soluğu, sıcak çikolata içmek ve yanında gevrek "churros" (bizim lokmanın ince, uzun hali) yemek için bir "chocolateria"da alıyor. Kendini genç hissedenler için, tek seçenek ise, sabahı karşılayacakları bir eğlence mekanına gitmek; her türden müziğin farklı farklı salonlarda çalındığı...
MERAKLISINA NOTLAR
Çok gelişmiş bir metro ağı var. Ulaşım hiç sorun değil.
Hemen her sokakta, ailece işletilen pansiyonlara rastlamak mümkün. Bir katı alıp, onarımdan geçirmişler. Günlük oda fiyatı; odaların tuvalet, banyo içerip içermemesine göre 25-35 Euro arasında.
Günlük ihtiyaçlarınızı, "alimentacion" denilen, hemen tüm sokaklarda yeralan bakkallardan, nispeten ucuza temin edebilirsiniz.
Çamaşır yıkamayı kendinize dert edinmeyin; 2 Euro verin, tümü otomatik makinelerde yıkansın, 1 Euro da kurutmaya...
Yeme içme ve eğlence derseniz... Tapas Bar olarak: "Cerveceria Alamana", Plaza Santa Ana (Metro: Anton Martin), "Museo del Jamon" Calle Atocha (Metro: Anton Martin) Canlı müzik için: "Cafe Central" Plaza del Angel (Metro: Anton Martin), Disko: "Kapital" Calle Atocha 125 (Metro: Anton Martin), "Pacha" Calle Barcelo 11 (Metro: Tribunal), "Palacio Gaviria" Calle Arenal 9 (Metro: Sol) Flamenko dinlemek için: "Chinitas" (Metro: Santo Domingo), "Casa Patas" (Metro: Anton Martin)
Yerel saatle 12.00. Yavaş yavaş alçalıyoruz. Uçağın o küçücük penceresinden Madrid’e bakıyoruz, uzun uzadıya. Sanki bir Orta Anadolu şehrine inmek üzereyiz. Pek canlı olmayan bir tabiat; kıraç bir bitki örtüsü, fazla yüksek olmayan tepeler, birbirini kesen yollar... İnsanın içinde heyecan uyandıracak bir görüntü yok. Uçaklarla dolu apronda ilerleyen ve yaklaşık iki saat önce Milano’da aktarma yapan Alitalia uçağı, sonunda kendine yanaşacak bir körük buluyor ve biz, tıpkı zaman tünelinde olduğu gibi, yaklaşık bir yıl sonra yine, Barajas’ın o canlı, koşuşturma içindeki atmosferindeyiz.
Milano’dan transit geldiğimiz için de gümrükle bir işimiz olmadan ülkeye giriyoruz. Çok geçmeden, metroya giden o yürü yürü bitmez "yürüyen" yolda buluyoruz kendimizi. İlk işimiz, hem metroda, hem de otobüste geçerli "10’luk metro-bus" kartı almak. Kalacağımız Hostal Jaen’in bulunduğu Anton Martin’e, üç hat değiştirerek gideceğiz.
HERKES SOKAKLARDA YEMEKTE, ALIŞVERİŞTE
Sabah saatleri... Madrid’in kalbi sayılan Puerta del Sol’dayız (Güneşin kapısı). Meydana bakan, gün boyu kalabalığı hiç eksik olmayan, "Cafe Mallorquina"da, "cafe con leche" eşliğinde güne "merhaba" diyoruz. Madrid insanı için vakit henüz erken.
Meydanın bir başka köşesindeki dev, çok katlı mağazalar zinciri El Corte Ingles, yeni yeni kepenklerini kaldırmış. Kafeteryada kimi "El Mundo"ya, kimi de "El Pais"e göz atıyor. Bir kısmı da, dünden yarım kalan konunun devamını getiriyor gibi. Biz de, konuşulanlardan bildiğimiz kelimeleri süzmeye çalışıyoruz. Kısaca, ısınma turları..
Madrid, her şeyden önce, çok canlı; özellikle haftasonları, Londra, Paris gibi diğer metropollerden akın akın insan geliyor. Neredeyse, 24 saati yaşayan bir metropol. Ne zaman dinleniyorlar diye kendi kendinize sormadan edemiyorsunuz. Her yaştaki insanı gerek tek başına gerekse de bir arkadaş grubuyla birlikte; günün her saatinde, bir bar ya da kafeteryada görebilirsiniz. Sanki, evlerine hiç uğramıyorlar, evde hiç yemek pişmiyor gibi...
İki ayağı üzerine ayağa kalkmış, Madrid’in simgesi ayı heykelini geçip, sağlı sollu alışveriş mağazalarıyla dolu Calle Carmen’i, hemen arkasındaki Calle Preciados’u, biraz ilerideki, kitap, cd cenneti "Fnac" binasını turluyoruz. Yol bizi, bir başka büyük caddeye, Gran Via’ya çıkarıyor. Caddenin bir ucu, Plaza de Cibeles’e, diğer ucu da Plaza de Espana’ya uzanıyor. Hatta isteyen soluğu, biraz ilerideki Santa Maria Parkı’nda alabilir. Olmadı, Manzanares Nehri’ni ayaklarınızın altına alan, birbuçuk kilometrelik bir teleferik yolculuğuyla neredeyse bir şehir büyüklüğünde, uçsuz bucaksız Casa de Campo’ya gidebilirsiniz.
Kaldığımız Hostal Jaen (www.hjaen.com), Sol Meydanı’na yedi sekiz dakika yürüme mesafesinde. Dar, tek yönlü bir caddede, oldukça eski, orijinal binaların arasında. Anton Martin metro istasyonuna ise üç dakika uzaklıkta. Caddenin diğer ucu, Goya, Velazquez, Murillo, El Greco, Rubens ve daha birçok ressamın o ölümsüz tablolarını görebileceğiniz ünlü Prado Müzesi’ne açılıyor. Müzenin hemen arkası ise yemyeşil Retiro Park. Kendinizi adeta unutacağınız bir başka mekan.
Prado’nun karşı çaprazında, bir başka müze, Bornemizsa Thyssen, biraz aşağısında, ünlü tren garı Atocha. Garın karşısında da Reina Sofia. İçinde Picasso’nun, iç savaşı tasvir eden o ölümsüz eseri "Guernica" yer alıyor.
Gelelim, yeme içme alışkanlıklarına ve meşhur tapas konusuna. Hemen her köşebaşında bir "Cerveceria" ya da " Museo del Jamon" levhası var. Gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olan bu mekanlardan insanlar hiç çıkmıyorlar gibi. Sabah, ayaküstü bir kahve ve kruasan, kahvaltı için yeterli görülüyor. Öğle saatlerinde, özellikle çalışan kesim için, "menu del dia", yani günün mönüsü; iki ana yemek+içecek+tatlı/kahve şeklinde.
Biraz daha geç bir saatte ise kafeteryalar, "merianda" denilen, İngilizlerin beş çayına benzer bir mönü sunuyorlar. Akşam saatleri, iş çıkışıyla birlikte, yaşam farklı bir renge bürünüyor. Yavaş yavaş tapas barlar yükünü almaya başlıyor. Mönüde neler yok ki... Türlü sandviçler (bocadillo; kalamarlı, ançuezli, jambonlu), patatesli İspanyol omleti (tortilla) ve yanında da buz gibi biranız... Aslında bunlar, henüz açılış. Zira, İspanyolların akşam yemeği saati, genellikle gece 10.00 civarı. Daha önlerinde, yaşanacak uzunca bir zaman dilimi var. Geç saatte yenen yemek sonrası, bir kısım Madridli soluğu, sıcak çikolata içmek ve yanında gevrek "churros" (bizim lokmanın ince, uzun hali) yemek için bir "chocolateria"da alıyor. Kendini genç hissedenler için, tek seçenek ise, sabahı karşılayacakları bir eğlence mekanına gitmek; her türden müziğin farklı farklı salonlarda çalındığı...
MERAKLISINA NOTLAR
Çok gelişmiş bir metro ağı var. Ulaşım hiç sorun değil.
Hemen her sokakta, ailece işletilen pansiyonlara rastlamak mümkün. Bir katı alıp, onarımdan geçirmişler. Günlük oda fiyatı; odaların tuvalet, banyo içerip içermemesine göre 25-35 Euro arasında.
Günlük ihtiyaçlarınızı, "alimentacion" denilen, hemen tüm sokaklarda yeralan bakkallardan, nispeten ucuza temin edebilirsiniz.
Çamaşır yıkamayı kendinize dert edinmeyin; 2 Euro verin, tümü otomatik makinelerde yıkansın, 1 Euro da kurutmaya...
Yeme içme ve eğlence derseniz... Tapas Bar olarak: "Cerveceria Alamana", Plaza Santa Ana (Metro: Anton Martin), "Museo del Jamon" Calle Atocha (Metro: Anton Martin) Canlı müzik için: "Cafe Central" Plaza del Angel (Metro: Anton Martin), Disko: "Kapital" Calle Atocha 125 (Metro: Anton Martin), "Pacha" Calle Barcelo 11 (Metro: Tribunal), "Palacio Gaviria" Calle Arenal 9 (Metro: Sol) Flamenko dinlemek için: "Chinitas" (Metro: Santo Domingo), "Casa Patas" (Metro: Anton Martin)