GeriSeyahat Bolu’nun serin yaylalarında
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Bolu’nun serin yaylalarında

Bolu’nun serin yaylalarında

Geçen hafta temmuzun insafsız sıcağından kaçıp, Bolu’yu, Gerede’yi çevreleyen ormanlarda kaybolmanın keyfini yaşadım. Zümrüt yeşili ormanların çevrelediği yaylalarda, kentin gürültüsünden ve sıcağından uzakta yalnızlığın tadını çıkardım. Tatilciler deniz kıyılarında kavrulurken ben zirvelerin soğuk rüzgârlarıyla ürperdim.

Bir türlü gelmedi denen yaz, sanki geç kalmanın öfkesini çıkarıyor. Sıcaklar öylesine bunaltmaya başladı ki, deniz bile çare olamıyor. Zaten ben serinlemek için deniz kenarına gidenlerden değilim. Zorunlu gitsem bile mutlaka koyu bir gölgeye sığınırım. Güneşten gizlenirim. Genellikle bunaltıcı sıcaklarda, yükseklerdeki serin rüzgârlarla oynaşmayı severim.

 

Temmuzun insafsız sıcağından bunalan sadece ben değilmişim. Eski avcı, çiçeği burnunda kaptan olan arkadaşım Zeki Alkoçlar da aynı dertten mustaripmiş. Sarıyer’de bir kahvede buluşup, rotamızı çizdik. Karadeniz’den esen serin poyrazla kucaklaşırız diye oraya gitmiştik. O gün poyraz esmeyi unutunca kahvenin gölgesinde bile bunaldık. Bunaldıkça rotayı, kuş uçmaz kervan geçmez yörelere doğru çizdik. Bu hafta işte bu yolculuğu anlatacağım.

 

Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktık. TEM’de pek araba yoktu. Olanlar da bir ok gibi yanımızdan fırlayıp gözden kayboluyordu. Telaşsız ve acelesiz bir

yolculuktan sonra, rotanın bitiş noktası Gerede’ye geldik. Yolculuğa buradan başlamak kararını vermiştik.

 

Biz ilçenin sokaklarında dolaşırken, esnaf yeni yeni dükkân açmaya başlamıştı. Kapı önleri süpürülüyor, vitrinler gazetelerle parlatılıyor, sıcak ekmekler cam dolaplara yerleştiriliyor, dükkânların içindeki mallar, sergilenmek için kaldırımın üstüne diziliyordu. Laf aramızda, buraya gelmeye niyetleninceye kadar, Gerede’nin geçmişi hakkında pek bilgi sahibi değildim. Kaynakları karıştırınca şaşırıp kaldım. Burası geçen yüzyıllarda, gezginlerin uğrak yeri olmuştu.

 

PİSKOPOSLUK MERKEZİ

Örneğin bölgeye 1800’lü yılların ortasında gelen Fransız bilim adamı Charles Texier, “Küçük Asya” adlı kitabında Gerede için şunları yazmıştı: “Eski adından bazı şeyler muhafaza etmiş olan Gerede, hiç şüphesiz, İmparator Konstantin’in verdiği bir ad sonucu daha sonra Flaviopolis adını alan eski Kratia şehridir. Bizans imparatorları zamanında Gerede, bir piskoposluk merkezi ve eyaletin başlıca şehirlerinden biriydi... Modern Gerede şehri oldukça büyük bir endüstriyel ve ticari hareketlilik görüntüsü sergiler. Şehirde yetişen çok sayıda keçi sürüsü, kentin önemli ihraç maddesi olan derinin temel maddesini sağlar. Koyun dericiliği de oldukça canlıdır. Şehir bahçelerle çevrilidir...”

 

Gerede’ye gelen bir başka ünlü gezgin de İbni Batuta olmuştu. Gerede sultanı Şah Beğ için, çok yakışıklı, iyi huylu ama biraz cimri diyen Batuta, “Seyahatname”sinde kenti şöyle anlatmıştı: “Gerdibolu, bir dağ eteğinde, güzel ve büyük bir şehirdir. Çarşı ve caddeleri geniştir. En soğuk şehirlerden birisidir. Ayrı ayrı mahallelere bölünmüş olup, her mahalle halkı kendi arasında yaşar...”

 

Evliya Çelebi de Gerede’ye övgüler düzdükten sonra soğuk havasından yakınmıştı. Çelebi, buranın soğuğunun, Erzurum soğuğuyla eşdeğerli olduğunu belirtmişti. Ünlü gezgin arada bir yaptığı gibi biraz abartmış mıydı, yoksa gerçeği mi söylüyordu? Bunu kestiremedim ama, Gerede’nin sokaklarında eski bilgilerin peşinde koşturup dururken üşüdüğümü hissettim. Zirveden kopup gelen soğuk sabah yeli, insanı serin serin okşadıktan sonra bir acele aşağıdaki ovaya, buğday başakları ile oynaşmaya gidiyordu.

 

ORMANLA KUCAK KUCAĞA

Direksiyonu Zeki’ye verip, ön koltuğa kuruldum. Araba, Gerede’nin yaslanmış olduğu dağa tırmanmaya başladı. Epey yükseldikten sonra durup, aşağıdaki ovayı seyrettik. Tarlalar sarıya boyanmıştı. Koyu sarı, altın sarısı, kahverengi... Ova, yamalarla kaplı bir örtü gibi, Köroğlu Dağları’na doğru uzanıp gidiyordu. Yol bir süre sonra ormanların arasına girdi. Toz-duman ama yeşil gölgeli bir yoldu. Birbirine omuz veren sedir ağaçlarının oluşturduğu vahşi orman görüntüsü, her türlü fanteziye açıktı.

 

Ormanla kucak kucağa giden yolun iki yanına dizilmiş ağaçları seyrederken, onların gökyüzüne doğru yarış ettiklerini fark ettim. Bulutlara önce değebilmek için uzanıp duruyorlardı. Zirvelerin sessizliğinde, ağaçların rüzgârla konuştuğunu da duydum. Hışır hışır bir konuşmaydı. Rüzgâr bir ağaçtan diğer ağaca uçuşuyor, onları okşuyor, sarıyor ve sallıyordu. Pamuk pamuk bulutlar ise şekilden şekle girip, aşağıdaki oyunu gökyüzüne yazıyordu.

Geçtiğimiz yaylanın Urumşu olduğunu, çeşme başında çamaşır yıkayan yaşlı kadınlardan öğrendik.

 

Urumşu’dan ayrıldıktan sonra önümüze çıkan sapaklarda, sağa mı sola mı sapacağımızı kestiremedik. Ya Zeki’nin yön bilgisine güvendik ya da yazı tura attık. Tabii çoğunlukla da yanlış yönlere gittik. Ormanda yol soracak kimse bulmadığımız için, saatlerce boşu boşuna dolaşıp durduk.

 

Urumşu Yaylası’ndan sonra da öyle oldu. Karşımıza dört yol ağzı geldi. Ben sola gidelim dedim, Zeki sağda ısrar etti. Sağa saptık, az gittik, uz gittik ama aradığımız gölü bir türlü bulamadık. Bir ağacın altında şekerleme yapan orman görevlisini uyandırıp ona sorduk. Tarif ettiği istikamete gittiğimizde de, kendimizi otoyolun kıyısındaki bir köyde bulduk.

 

Köyün imamı apdestini yarıda kesip, gölün yolunu uzun uzun anlattı. Onun tarifi ve orman memurlarının yardımıyla sonunda Bürmük Gölü’ne kavuştuk. Küçük, şirin, etrafı ağaçlık bir göldü. Yeşil başlı ördekler avcı tüfeklerinden uzakta, içleri rahat, nazlı nazlı yüzüyordu. Kaybola kaybola hem yorulmuş hem de acıkmıştık. Gölün kıyısında küçük ocağımı yakıp bir çay demledim. Gerede’den aldığım köy ekmeğinin yanına, köy peynirini katık yapıp öğle yemeğini hazırladım. Yoldaşım Zeki, böylesine lezzetli bir çay içmediğini söyledi. “Benim değil gölün marifeti” dedim. Onun huzur veren görüntüsü, çayın demine karışmıştı. Yemekten sonra kıyıdaki çimene uzanıp gökyüzüne daldım. Bulutların şekil şekil anlattığı yol öykülerini okumaya çalıştım. Zeki’nin dürtmesiyle şekerlememi başlamadan bitirip, otomobildeki yerimi aldım.

 

O gün ve ertesi gün, Bolu civarındaki yaylalarda gezindik durduk. Ağaçların altında yemeğimizi yedik, şekerleme yaptık, kitap okuduk. Ağaçlarla oynaşan serin rüzgâr yanımızdan hiç ayrılmadı. Bizi sarıp sarmalayarak, temmuz sıcağından korudu. İstanbul’a dönerken, “Keşke yaz boyu bu serin yaylalarda yaşasak” dileğini sık sık tekrarladık.

 

KEÇİ KALESİ RESTORASYON KURBANI

 

Gerede’den dağa tırmanırken, ortasında domdom kurşunu deliği bulunan tabelanın gösterdiği istikamete saptık. İki kilometre sonra Keçi Kalesi’ni bulduk. Ovaya hâkim bir tepede, ormanların arasında, avlusu sarı çiçeklerle süslü kalenin, ne kapısında ne de çevresinde her hangi bir bilgi kırıntısı vardı. Sonradan öğrendiğime göre, kale 13-14’üncü yüzyıllarda inşa edilmişti. Geçen yıllarla birlikte yıkılan surlar, 1995’te yeniden yapılmıştı. Onun için tarihi Keçi Kalesi’nin yerinde, bugün yepyeni bir kale duruyordu. Eskiye ait bir görüntü bulabilmek için, surların etrafında boşuna dolaşıp durdum.

Kaynaklarda kaleyle ilgili şu efsane yer alıyordu: “Bir düşman saldırısı sırasında Geredeliler kaleye sığınırlar. Düşman, tüm saldırılarına karşılık kaleyi bir türlü zapt edemez. Gün geçtikçe kalede yiyecek-içecek tükenir. Geredeliler zor duruma düşer. Bir gece kaledeki tüm keçilerin boynuzlarına birer mum bağlayıp, kalenin dışına salarlar. Düşman askerleri, gördükleri manzara karşısında dehşete düşer. Ellerinde meşale olan yüzlerce Geredeli askerin, üstlerine doğru geldiğini sanırlar. Silahlarını, erzaklarını toplamaya fırsat bulamadan dağın eteklerine kadar kaçarlar. Geredeliler bu olaydan sonra kaleye, Keçi Kalesi adını koyar...”

False