Bir deli ev
Elmadağ'da, Sarıca Ailesi'ne ait, yedi katlı, 32 dairelik, yarım ay biçiminde, yüz yaşında bir bina. Pınar Kür apartmanın ünlü kiracılarından biri ama Bir Deli Ağaç ve Akışı Olmayan Sular'da öyle bir anlattı ve meşhur etti ki, bina onunla özdeşleşti.
Tam 18 yıl önceydi. Şimdi artık 20 yıllık olan arkadaşım Şenay ve ben, Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencileri olarak hayattaki ilk röportajımıza gidiyorduk. Çoktan tanışmıştık Pınar Kür'ün kitaplarıyla. Yarın Yarın'ı günlerce tartışmış; Küçük Oyuncu'ya bayılmış; Asılacak Kadın'la kadın meselelerine daha bir vakıf olmuştuk. O günlerde beş öyküden oluşan Bir Deli Ağaç yayımlanmıştı. Onu da çıkar çıkmaz hatmetmiş; 1800'lerin sonlarından kalma yarım daire şeklindeki görkemli binanın, üç ağaçlı avluya bakan dairelerinde yaşanan gerçek öykülerden etkilenmiştik. Ama doğrusu, çiçeği burnunda biz gazetecilerin, o binanın gerçekliğinden ve Pınar Kür'ün orada oturduğundan haberi yoktu. Verilen adrese göre, Elmadağ'ın, adına cadde denen dar sokaklarına daldık. Ama Pınar Kür'ün evini bir türlü bulamıyorduk. Alakasız yerlere düştüğümüzden kuşkulu dolanırken, ilk olarak ağacı gördüm sağ tarafımda; ‘‘Aaa, o ağaca, o avluya ne kadar benziyor!’’ Sonra yapının heybetiyle çarpıldık; ‘‘O binanın tıpkısı!’’ Yanından dolanıp kapıyı bulduk; ‘‘O kapı, o geniş, mermer merdivenler, o asansör!’’ Burası kitaptaki Paris Apartmanı'ydı.
Hep çağdışıydı
18 yıl sonra, yine Şenay'la aynı yollara düştük. Bu kez Pınar Kür'ün ‘‘adres tarif etme özürlü’’ olduğunu bilecek kadar deneyimliydik. Çünkü ‘‘sola döneceksiniz’’ yerine tam tersini söylemişti ve biz bir kez daha kaybolmuştuk! Yine de elimizle koymuş gibi bulduk apartmanı. Ağır demir kapıyı, sanki hep yaparmışız gibi ittik, merdivenleri sık sık tırmanırmışız gibi tırmandık. Kapının geç açılacağından da emindik; zil olmadığı için tıktıkları duymak da kolay olmuyordu. Nitekim Kür de kapıyı ‘‘Çok çaldınız mı?’’ diyerek açtı. Bunların hepsine aşinaydık (Sayfa 156): ‘‘Bilmez miyim, birileri koridora çıkıncaya dek hiçbir şey duyulmaz. Annem büyük salonun en uzak köşesinde oturmuştur, kalkmakta da acele etmez (...) Koridorun başına gelmesi iki dakika sürebilir. ’’
‘‘Çok ışıklı, çok parıltılı, bolluk simgesi bir ana caddeye yüz metre uzaklıkta olmasına karşın, artık 'kenar mahalle'liği benimsemiş bir İstanbul parçasının hemen hemen 800 metrekarelik bir alanına, çevredeki bozulmanın ayrıtına varmayan bir kendini beğenmişlikle yayılmıştı 'Paris Apartımanı'. Komşuların yakıştırdığı bir addı bu; yoksa yan sokaktaki koca demir kapılı, mermer basamaklı esas girişin üstünde, kimsenin başını kaldırıp okumaya zahmet etmediği yükseklikte vaktiyle binayı yaptıran Osmanlı paşasının adı yazılıydı.’’
Evet, Sarıca Ailesi'ne ait, yedi katlı, 32 dairelik, yarım ay biçiminde bir bina burası. Pınar Kür de apartmanın ünlü kiracılarından biri ama Bir Deli Ağaç ve Akışı Olmayan Sular'da öyle bir anlatır ve meşhur eder ki burayı, bina onunla özdeşleşmiştir. Hatta pek çok kişi binanın Kür'e ait olduğunu sanır; onun onayı olmadan kiracı kabul edilmediğini anlatır. İstanbul'un, daha elektriğin, kaloriferin olmadığı zamanlarda yapılmış ilk apartmanlarından biri. Yapıldığında da yeniliğinden ötürü ‘‘çağdışı’’ymış Kür'e göre (çünkü o zamana göre yedi katlı bir yapı, gökdelen). Şimdi de öyle. Konaklardan ‘‘Avrupa tipi’’ apartmanlara geçiş döneminin bir örneği; büyük salonlar, altın yaldızla işlenmiş yüksek tavanlar ve küçücük mutfaklar. Mutfaklar küçük, çünkü hanımlar henüz mutfağa girmemiş; çatıda odaları olan hizmetçiler pişiriyor yemekleri.
200 metrekarelik daire
Ev yüksek bir at nalına benziyor ve ortasındaki ‘‘üç ağaçlı’’ avluya bakıyor. Avluda zamanın en şık, en ünlü, en pahalı ayakkabıcılarının, terzilerinin dükkanları; sadece bahçeye bakan orta cephedeki dairelerde, ‘‘eski ustaların sabrıyla, incelikle, özenle, uzun uzadıya işlenmiş ayrıntılı demir bir parmaklıkla donanmış’’ balkonlar var. Ve üç ağaçtan en büyüğü o balkonlara ulaşır, saksılardaki çiçeklerle bile dalaşır yaprakları. Ve öykülerden birinin kahramanı, tavanlardaki işlemeler için şöyle düşünür: ‘‘Bir yabancı girse buraya, hele hele eski yapıtlara meraklı bir yabancı, ilk gözüne çarpan bunlar olur belki; ama ben burada büyüdüm, beni şaşırtan başka yerlerde gördüğüm nakışsız tavanlar oldu hep.’’
Pınar Kür 20 yıldır bu 200 metrekarelik dairede oturuyor. O geldiğinde çoğunlukla gayrimüslimlerin, yaşlı, yalnız ya da sanat dünyasından insanların mesken tuttuğu bir yermiş. Zamanla gayrimüslimlerin yarısı ölmüş, yaşayanların da Mösyö Yervant ve eşi dışında olanları başka ülkelere göçmüşler. Ama hálá başta Pınar Kür'ün kardeşi heykeltıraş Işılar Kür ve annesi yazar İsmet Kür olmak üzere çoğu sanat dünyasından insanların mesken tuttuğu bir yer. Kür'ün bildiği zamanlardan kalma Ermeni kilitçi ve döşemeci Marsel de duruyor. Ama avlu bakımsız artık; alt kat komşusu Füreyya Koral'ın adam edip, o öldükten sonra ilgisiz kalan mor salkımla birlikte tüm bitkiler kaderlerine terkedilmiş. Apartman da öyle: ‘‘İncileri dökülmüş bir yapı bu (...) Gene de dimdik ayakta. Çevresinde ne var ne yok küçültecek, hatta unufak edecek kadar sağlam. Hiç yıkılmayacağından güvenli...’’
Bir Deli Ağaç'taki havasını da kesinlikle kaybettiğini söylüyor Kür. ‘‘Kimin eski havası kaldı ki!’’ diyor: ‘‘Bir Deli Ağaç'ta yazdığımda da İstanbul'daki genel bozulmaya karşı bu binayı bir kale gibi koymuştum. Ancak bu kadar direndi.’’
Deli olan kim
Madam öldükten sonra, karşı daireye heykeltıraş Hasan Safkan taşınır. Kür, motosikletle dünyayı gezip gezi notları yazan bu adamla dost olur. Safkan birgün bu notları getirir Kür'e: Okur ve çok beğenir. Bir yazı yazmak ister ama bunu hemen yapamaz. Epey bir zaman geçtikten sonra yazar ve Yapı Kredi'nin Kitaplık dergisine verir. Yayımlanması da zaman alır. Yayımından Hasan Safkan'ı haberdar etmez Kür, sürpriz yapacaktır. Ama bunu da uzatır biraz... Ve yazıyı ona gösteremeden, evde ölü bulunduğu haberini alır. ‘Şimdi ilgisiz biri oturuyor onun dairesinde.’’
Alt kat komşusu Füreyya Koral'ın ölümünden sonra, onun atölyesinin, evinin bir müze haline getirilmesini bekler. Çünkü Sarıca ailesinden Binay Kaya da seramik sanatçısıdır ve Koral'ın öğrencisidir. Oysa daire bir bilgisayar şirketine kiralanır.
Evin kendisi gibi, Kür için anlamı da değişir zaman içinde: Yaşadığı derin, büyük aşk bu evde bitmiştir. Bu ev yaşlanmasına tanıklık etmiştir. Ama yine de bu genişlik, ufuk olmadan yaşayamazmış gibi gelir ona. Gerçi artık kötü bir manzarası vardır; Dalan'ın hediyesi, çirkin görünümlü bir otopark. Ama Kür, Haliç üzerinden dünyanın en güzel günbatımlarını gördüğü, huyunu suyunu alıp problemlerini tanıdığı bu evden başka bir yerde oturmayı aklına bile getiremez. Tıpkı, evinde bulunsa da kitaplarını yazdığı siyah külüstür daktilosuna tercih edemediği bilgisayar gibi... Aşk bitmiştir ama onun üzerine Bitmeyen Aşk'ı yazmıştır burada. Bir anlamda yeniden başlamasının da tanığıdır bu ev.
‘‘Diyorlar ki deli olan sensin, ağaç değil. Ağaçlar delirmez diyorlar. Oysa ben oturuyorum oturduğum yerde. Koşuyu tutturan o (...) Çırpınan o. Rüzgarla oynaşan, güneşe kollarını açan o. Arada uyukladığımda uzanıp camı tıklatan o. Deli olan o. Kötü günleri var.’’