Gila BENMAYOR
Son Güncelleme:
Bin kere ölmüş, bin kere dirilmiş şehir BEYRUT
Gazeteciliğinin ilk günlerinde Lübnan iç savaşıyla yatıp kalkmış biri için yıllar sonra ilk kez Beyrut’u görmek demek, gördüklerini, duyduklarını en küçük ayrıntısına kadar hafızana kaydetmek demek. Lübnan Havayolları MEA’nın Airbus uçağı Beyrut Havaalanı’na konar konmaz beynimin her hücresi kayda hazır.
Önce Beyrut Havalaanı: 1975-1990 yılları arasındaki iç savaşta, kaçırılan uçaklarıyla, bombardıman nedeniyle sürekli uçuşlara kapatılmasıyla asla gündemden düşmeyen Beyrut Havaalanı tamamıyla baştan yapılmış. İlk bilgiler karşıma ilk çıkan Lübnanlı olan pasaport polisinden. Gencecik Lübnanlı’dan, Beyrut Havaalanı’nın 450 milyon dolara malolduğunu ve 1998 yılında hizmete açıldığını öğreniyorum. Havaalanı terminalinin geliş bölümü yepyeni ama şatafata meraklı Beyrut’a göre pek renksiz gibi.
Dışarı çıktığımızda gökyüzü masmavi, sıcaklık 30 derece. Havaalanından şehre doğru giderken palmiyeler, iki katlı alçak binalar Türkiye’nin herhangi bir Akdeniz şehrini hatırlatıyor... Mersin de olabilir, Adana da.
Ama şehre girmeden Beyrut’ta olduğumuzu hatırlatan bir şey var. Takıp takıştırmaya pek meraklı Lübnanlı kadınları cezbedecek panolar... Ünlü Lübnanlı kuyumcuların dev panoları.
HERKES NARGİLE TUTKUNU
Grubumuzdan bazıları ve nedense özellikle kadın gazeteciler Beyrut’un merkezinden pek de uzak bir yerde olmayan ‘Sabra’ ve ‘Şatila’yı görmek istiyor. Ancak kampın kontrolünü elinde bulunduran Hizbullah örgütünden önceden izin almak gerekliymiş... Bu yüzden sadece kampların önünden geçmekle yetiniyoruz. Zaten şoförümüz de isteksiz kampa girmeye. Gerekçesi de hazır: ‘Irak’ta Türkler kaçırılıyor, burada da başınıza bir şeyler gelebilir!’
‘Sabra’ ve ‘Şatila’ kamplarıyla, Beyrut’un merkezi arasındaki fark tek kelimeyle çarpıcı. Savaştan birkaç yıl sonra, şimdiki Başbakan Refik Hariri’nin önayak olmasıyla harabeye dönmüş şehrin yeniden inşasına başlanmış. Bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olan Beyrut eski günlerinin özlemi içersinde... Turizm, eğlence, moda merkezi olduğu günlere hasret. Bu yüzden şehrin her tarafında yeni binalar, oteller yükseliyor. Kafeler, lokantalar açılıyor.
Başbakan Hariri’ye ait Solidere Şirketi şehrin merkezindeki Etoile Meydanı’na el atmış, binaları yenilemiş. Meydan Beyrutluların buluşma noktası gibi. Parlamento binası, lüks butikler, gece kulüpleri, kafeleriyle başkentin kalbi burada atıyor. Güneşin altında tembel tembel gezinirken kendinizi herhangi bir Avrupa şehrinde zannedebilirsiniz. Bir tek farkla: O da nargile.
Beyrut’ta herkes deli gibi nargiye içiyor. Etoile Meydanı’ndaki kafelerde gözünüze ilişen kadınların, erkeklerin her biri nargile tutkunu. Kadınların türbanlısı da türbansızı da nargile meraklısı. Etoile Meydanı’nı turladığımız günün gecesi, eski bir Maruni köyü olan Zouk’ta, dansözlü Khan el Mir lokantasında da aynı şeyi gördük. Gelen her müşteriye önce nargile sunuluyor. Meğer nargilenin şeftali, karpuz, nane vs. tadında olanları da varmış.
Sözünü ettiğim Khan el Mir Lokantası’nda, Lübnan mezeleri her yerde olduğu gibi küçük tabaklarda masaya geliyor.
Humus, tabule, falafel, sarmısaklı patlıcan salatası, terbiyeli kebaplar bizim damak tadımıza uygun. Eski bir handan lokantaya dönüştürülmüş olan taş duvarlı lokantada bir şey daha dikkatimizi çekiyor: Dünyanın her yerinde olduğu gibi bir grup Lübnanlı erkek tek başına eğlenmeye gelmiş. Masalarının hemen yanı başında ise bir grup Lübnanlı kadın.
Aralarından birinin doğum gününü kutlamaya gelmişler. Hemen nargileler ısmarlanıyor. Gruptaki kadınların her biri birer ‘Hanım Ağa’ havasında. Zaten Lübnan’da, hem Hıristiyan, hem Müslümanlar arasında etkisini yitirmemiş olan feodalizmin izlerine rastlamak mümkün.
FEODALİZMİN VE SAVAŞIN İZLERİ
Feodalizmin izleri en fazla da politik yaşamda. Lübnan’ın köklü aileleri politik yaşama hep damgalarını atmış, politikacılık babadan oğula geçmiş. Örnekler hayli fazla. Meselá Dürzi lider Velid Canpolat. Beyrut’un Şuf Dağları’nda köyleri olan Canpolat ailesi bildim bileli politikada.
Savaşın izlerine gelince... İzler öncelikle yaralı binaların hüzünlerinde. Beyrut’un en çarpıcı yanlarından biri roketatarlarla delik deşik olmuş binalar. Balkonu bile yıkılmış kimi binalarda insanların oturduklarını gördük. Rehberimiz Rita Bourgy savaş sırasında güneyden göç etmiş Şiilerin bu binalarda oturduğunu söylüyor. Binaların esas sahipleri ise savaşta yurtdışına kaçmış olan Beyrutlular.
Bazı gazeteci arkadaşlarım iç savaş sırasında buraya gelmişlerdi. Beyrut can çekişirken buradaydılar. Bana, şehir yeniden dirilirken gelmek nasip oldu.
ŞATİLA MÜLTECİ KAMPINDAN ŞATİLA KUYUMCUSUNA
Yollardaki reklam panolarından bir tanesinin adı anında dikkatimi çekiyor: ‘Chatila Kuyumcusu.’ Türkçe okunuşuyla ‘Şatila.’ Filistinli mültecilerin ünlü kampları ‘Sabra’ ve ‘Şatila’yı hatırlarsınız. 1982 yılında korkunç bir kıyımın yer aldığı o ünlü kampları. ‘Şatila Kuyumcusu’nun sırrını bize rehberlik yapan Türkiye kökenli Rita Bourgy aralıyor. Meğer sürgündeki Filistinlilerin bugün hálá yaşadıkları ‘Şatila’ kampının toprakları ünlü bir Beyrutlu ailesi olan ‘Şatila’lara aitmiş.
YARALI VE MODERN BİNALAR
Beyrut’un en çarpıcı yanlarından biri roketatarlarla delik deşik olmuş binalar. Bu ‘yaralı’ binalar kimi zaman yeni yükselen modern binalarla yanyana. Beyrut’un sancılı geçmişiyle, geleceğinin sembolleri. Şimdi ölmüş olan Lübnanlı şair Nadia Tueni, Beyrut’tan söz ederken ‘Bin kere ölmüş, bin kere dirilmiş şehir’ dermiş.
Dışarı çıktığımızda gökyüzü masmavi, sıcaklık 30 derece. Havaalanından şehre doğru giderken palmiyeler, iki katlı alçak binalar Türkiye’nin herhangi bir Akdeniz şehrini hatırlatıyor... Mersin de olabilir, Adana da.
Ama şehre girmeden Beyrut’ta olduğumuzu hatırlatan bir şey var. Takıp takıştırmaya pek meraklı Lübnanlı kadınları cezbedecek panolar... Ünlü Lübnanlı kuyumcuların dev panoları.
HERKES NARGİLE TUTKUNU
Grubumuzdan bazıları ve nedense özellikle kadın gazeteciler Beyrut’un merkezinden pek de uzak bir yerde olmayan ‘Sabra’ ve ‘Şatila’yı görmek istiyor. Ancak kampın kontrolünü elinde bulunduran Hizbullah örgütünden önceden izin almak gerekliymiş... Bu yüzden sadece kampların önünden geçmekle yetiniyoruz. Zaten şoförümüz de isteksiz kampa girmeye. Gerekçesi de hazır: ‘Irak’ta Türkler kaçırılıyor, burada da başınıza bir şeyler gelebilir!’
‘Sabra’ ve ‘Şatila’ kamplarıyla, Beyrut’un merkezi arasındaki fark tek kelimeyle çarpıcı. Savaştan birkaç yıl sonra, şimdiki Başbakan Refik Hariri’nin önayak olmasıyla harabeye dönmüş şehrin yeniden inşasına başlanmış. Bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i olan Beyrut eski günlerinin özlemi içersinde... Turizm, eğlence, moda merkezi olduğu günlere hasret. Bu yüzden şehrin her tarafında yeni binalar, oteller yükseliyor. Kafeler, lokantalar açılıyor.
Başbakan Hariri’ye ait Solidere Şirketi şehrin merkezindeki Etoile Meydanı’na el atmış, binaları yenilemiş. Meydan Beyrutluların buluşma noktası gibi. Parlamento binası, lüks butikler, gece kulüpleri, kafeleriyle başkentin kalbi burada atıyor. Güneşin altında tembel tembel gezinirken kendinizi herhangi bir Avrupa şehrinde zannedebilirsiniz. Bir tek farkla: O da nargile.
Beyrut’ta herkes deli gibi nargiye içiyor. Etoile Meydanı’ndaki kafelerde gözünüze ilişen kadınların, erkeklerin her biri nargile tutkunu. Kadınların türbanlısı da türbansızı da nargile meraklısı. Etoile Meydanı’nı turladığımız günün gecesi, eski bir Maruni köyü olan Zouk’ta, dansözlü Khan el Mir lokantasında da aynı şeyi gördük. Gelen her müşteriye önce nargile sunuluyor. Meğer nargilenin şeftali, karpuz, nane vs. tadında olanları da varmış.
Sözünü ettiğim Khan el Mir Lokantası’nda, Lübnan mezeleri her yerde olduğu gibi küçük tabaklarda masaya geliyor.
Humus, tabule, falafel, sarmısaklı patlıcan salatası, terbiyeli kebaplar bizim damak tadımıza uygun. Eski bir handan lokantaya dönüştürülmüş olan taş duvarlı lokantada bir şey daha dikkatimizi çekiyor: Dünyanın her yerinde olduğu gibi bir grup Lübnanlı erkek tek başına eğlenmeye gelmiş. Masalarının hemen yanı başında ise bir grup Lübnanlı kadın.
Aralarından birinin doğum gününü kutlamaya gelmişler. Hemen nargileler ısmarlanıyor. Gruptaki kadınların her biri birer ‘Hanım Ağa’ havasında. Zaten Lübnan’da, hem Hıristiyan, hem Müslümanlar arasında etkisini yitirmemiş olan feodalizmin izlerine rastlamak mümkün.
FEODALİZMİN VE SAVAŞIN İZLERİ
Feodalizmin izleri en fazla da politik yaşamda. Lübnan’ın köklü aileleri politik yaşama hep damgalarını atmış, politikacılık babadan oğula geçmiş. Örnekler hayli fazla. Meselá Dürzi lider Velid Canpolat. Beyrut’un Şuf Dağları’nda köyleri olan Canpolat ailesi bildim bileli politikada.
Savaşın izlerine gelince... İzler öncelikle yaralı binaların hüzünlerinde. Beyrut’un en çarpıcı yanlarından biri roketatarlarla delik deşik olmuş binalar. Balkonu bile yıkılmış kimi binalarda insanların oturduklarını gördük. Rehberimiz Rita Bourgy savaş sırasında güneyden göç etmiş Şiilerin bu binalarda oturduğunu söylüyor. Binaların esas sahipleri ise savaşta yurtdışına kaçmış olan Beyrutlular.
Bazı gazeteci arkadaşlarım iç savaş sırasında buraya gelmişlerdi. Beyrut can çekişirken buradaydılar. Bana, şehir yeniden dirilirken gelmek nasip oldu.
ŞATİLA MÜLTECİ KAMPINDAN ŞATİLA KUYUMCUSUNA
Yollardaki reklam panolarından bir tanesinin adı anında dikkatimi çekiyor: ‘Chatila Kuyumcusu.’ Türkçe okunuşuyla ‘Şatila.’ Filistinli mültecilerin ünlü kampları ‘Sabra’ ve ‘Şatila’yı hatırlarsınız. 1982 yılında korkunç bir kıyımın yer aldığı o ünlü kampları. ‘Şatila Kuyumcusu’nun sırrını bize rehberlik yapan Türkiye kökenli Rita Bourgy aralıyor. Meğer sürgündeki Filistinlilerin bugün hálá yaşadıkları ‘Şatila’ kampının toprakları ünlü bir Beyrutlu ailesi olan ‘Şatila’lara aitmiş.
YARALI VE MODERN BİNALAR
Beyrut’un en çarpıcı yanlarından biri roketatarlarla delik deşik olmuş binalar. Bu ‘yaralı’ binalar kimi zaman yeni yükselen modern binalarla yanyana. Beyrut’un sancılı geçmişiyle, geleceğinin sembolleri. Şimdi ölmüş olan Lübnanlı şair Nadia Tueni, Beyrut’tan söz ederken ‘Bin kere ölmüş, bin kere dirilmiş şehir’ dermiş.