GeriSeyahat Berduş Palas'ta
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Berduş Palas'ta

Berduş Palas'ta

GAZETELERDE okudum, Avrupa'ya işçi göçü başlayalı kırk yıl dolmuş. Benim de aklıma otuz küsur sene öncesine uzanan bir hikaye geldi.Anlatayım...* * *FRANSA - Belçika sınırının kervan geçmez, kuş uçmaz bir köyünde boğaz tokluğuna deli bakıcılığı yapmaktaydım. Paraya çok, çok ihtiyacım var...Bir yerden duydum, çalışma iznini öyle ince eleyip sık dokumayan İsviçreliler kaçak yabancı işçilerin istihdam edilmesine göz yumuyorlarmış.Hemen ikinci mevki tren bileti, soluğu Basel'de aldım.Helvetya kenti hakkında bildiğim tek şey Louis Aragon'un ‘Basel’in Çanları' romanındaki son bölüme tekabül ediyor. Buraya sarı çizmeli Memet Ağa olarak geldim ve nerede, nasıl iş bulacağım tamamen meçhulüm... Neyse, sırt çantam ve yatak tulumumla istasyonda indiğimde, cebimdeki son üç beş kuruşu İsviçre frangıyla değiştirmek için kambiyo gişesine girdim. Tahmin ettiğim gibi, hal ve oluş tarzıyla ‘Türküm’ diye bağıran birisini gördüm. ‘‘Aman hemşehrim ocağına düştüm’’ diye adamın yakasına yapıştım.O da ‘turist’miş (!)... Yani kaçak... Yani izinsiz... Bana kendisinin de kaldığı bir yer tarif etti ve oraya gel, akşama iş meselesi halledilir dedi. * * *‘HEMŞEHRİMİN’ (!) tarif ettiği yer, Ren nehri üzerindeki ana köprüyü geçer geçmez sağa sapıldığında, rıhtımdaki evlerden birine kondurulmuş ve hayırsever Protestan papazların yönettiği bir düşkünler yurduydu. Gördüm ki, hem esrarkeşi, mahpusu, alkoliğiyle İsviçreli lumpen takımını; hem de biz TC pasaportlu, sözümona ‘turist’leri (!) barındırmaktadır. Yemekhanede, cüzi bir ücret karşılığında, koca kase ve sığır kemiği suyuna tirit şehriye çorbası veriliyor. Yatakhanede ise temiz çarşaflı minder... Ancak ‘rezervasyon’ (!) yok ve yer kalmazsa kapı önüne bırakılıyorsunuz.Kendi kendime, buranın adını derhal ‘Berduş Palas’ diye vaftiz ettim.* * *ŞANSIM yaver gitti ve muhterem peder üç günlük yerim olacağını söyledi.Pılımı pırtımı yurdun emanetine bırakıp henüz çorba servisinin başlamadığı yemekhaneye çıktığımda ise hayatımda ilk defa renkli televizyon gördüm. Aval aval, yüksek bir sehpaya yerleştirmiş aparatı seyrediyorum.Sonra kendimi dürtükledim ve ‘selamün aleyküm, aleyküm selam’, benim saçı sakalına karışmış halimi pek yadırgayıp Türk olduğuma önce inanmayan, Anadolu kökenli üç beş kişinin bulunduğu bir masaya oturdum. Vaziyetimi anlattım.‘Kolay’ dediler. ‘Sabah beş tramvayıyla ‘‘Settelen’’ nakliye firmasına gideceğiz ve ustabaşı cüsseni uygun görürse yüz kağıt yevmiyen garantidir’.Yüz kağıt ! Üzerine İsviçre alamet-i farikası damgalanmış yüz gıcır papel. Breh, breh, breh... Esir pazarındaki gibi pazı sertliğime göre seçilecekmişim ne umurumda...Damarlarımda on dokuz yaşın gücü dolaşıyor ve Tophane rıhtımının gedikli hamalı İlya benim yanımda tüy siklet kalır, alimallah bin tonu silkelerim.Çorba servisinin başlayacağına dair kampana çaldı...* * *OH sıcacık, pek iyi geldi. Bir kase daha aldım ve kara ekmek doğradım. Sonra cigara yaktık ve bir yandan yemeğin rehavetiyle, diğer yandan para kazanacak olmanın gönül rahatlığıyla, Alamancanın ‘a’sını anlamasam dahi, yine büyülenmiş gibi renkli televizyona bakıyorum. Saat tam sekiz buçuk, ikinci kampana çaldı.Bizim ‘Berduş Palas’ta rahipler yat borusu gayet erken öttürüyormuş...* * *YATAKHANE, nehre bakan ve otuz - kırk somyalı bir koğuştan oluşuyor.N'apim, ‘hemşehrim turist’ler (!) ve lumpen takımı diş fırçası bilmiyor diye ağız ve vücut hijyeninimden taviz verecek değilim, yallah, buz gibi lavaboların daha da buz gibi suyunda paklandıktan sonra, cumbbadak yatak... Kalk borusu sabah dörtte çalacak ve gelsin yüz İsviçre françığı...Zaten rahip de, koğuştakileri istavrozla takdis edip iyi geceler dedikten sonra ışıkları söndürdü. Tuvalet koridorunda kör bir ampul yanıyor, o kadar...Fakat içime melankolik bir gariplik çöktü, yorgunluğa rağmen uyuyamıyorum.* * *UYUYAMIYORUM ve dışarıda bütün haşmetiyle Ren nehri akıyor. Şırıltıyı ve sanki Schubert ‘lied’inde dinliyormuşum gibi Lorelei şarkısını işitiyorum.Arada sırada da, sukuneti, akıntıyı ters yönde çıkan salapuryaların düdüğü ve Katedral'in çanları bozuyor. Bu çanlar Aragon'un romanındaki çanlar. İşte ben İsviçre'nin Basel şehrinde, bir Protestan düşkünler yurdunun koğuşunda, on dokuz yaşın cüretkarlık ve umuduyla gecenin nöbetini tutuyorum.Irmağın sesi dün gibi kulağımda, demek ki Avrupa'ya işçi göçü başlayalı kırk, ben ‘Berduş Palas’ta Ren Nehri'ni dinleyeli otuz sene olmuş...
False