'Baştan hükmü verilen kadınlar ya da Suçluluk Karinesi' sergisi!
14. yy’den 20. yüzyıla 320 ‘kadın davasını konu olan Paris'teki sergi, Marie Antoinette’ten Jeanne d’Arc’a türlü suçlarla mahkemeye çıkarılmış kadınları konu alıyor. İlginç olansa bu kadınların daha yargılanmadan vicdanlarda hükümlerinin kesilmiş olması!
Kimi ‘cadı’, kimi ‘zehirci’, kimi ‘bebek katili’, kimi ‘yangıncı’, kimiyse ‘vatan haini’ suçlamasıyla Fransa’da yargılanmış kadınlar bu serginin konusu. Fransız tarihinin en ünlü iki kadını Jeanne d’Arc ve Marie Antoinette’le; suçluluklarına baştan karar verilip yargılanan, infaz edilen bu iki kadınla başlıyor sergi. Yargılanma süreci ve uğradığı cezanın ağırlığıyla kahramanlaşan Jeanne d’Arc’ı; hayattayken nefret edilen, çıplak bir kadının namussuz, seksi çizgileriyle temsil edilen, tüm Fransız kraliçelerinin kötülüklerini kendinde toplayan Marie Antoinette takip ediyor. Fransız Milli Arşivleri’nce kurumun 1808’den beri bulunduğu Paris’teki gösterişli Soubise Malikanesi’nde açılan sergi, iğne atsanız düşmeyecek kadar kalabalık bu ara. Sergi ziyaretçilerinin büyük bölümünü ise genç kadınlar oluşturuyor. Suçlanan kadınların mahkeme ifadelerinin ekranlarda aktığı, mahkeme kayıt defterlerinin vitrinlerde sergilendiği, sinema afişlerinden kısa filmlere, fotoğraflara türlü belgeyle zenginleştirilen sergi beş bölümden oluşuyor: Cadılar, zehirleyiciler, bebek katilleri, petrolcüler ve vatan hainleri!
Süpürgeye binip şeytanla buluşan cadılar!
“Allah için, elimi ayağımı kırmayın; hakkımdaki sahte tanıklıklar yüzünden illa ki acı mı çekmeliyim?!”
Adı Jeanne Cauzion.. Tarih 19 Şubat 1607. Bir davranışı, bir bakışı, ağzından çıkan bir söz nedeniyle Avrupa’da ‘avlanan’ on binlerce kadın gibi ‘cadı’ olmakla suçlanmış ve Paris Parlamentosu’nda yargılanmış. 18 yıllık dulun mahkemeye çıkışı otuz kişinin tanıklığıyla olmuş. Damadını zehirlemekle, komşularını, hayvanları büyüleyip kara büyü yapmakla, şeytanla işbirliğiyle suçlanan Jeanne’ın hikayesi klasik bir cadı avı hikayesi aslında: Öncelikle çoğu dedikoducu ve öfkeli komşular bu kadınlardan şüphelenmeye başlıyor. Bir hayvanın hastalığa yakalanıp ölmesi, kadının ölen hayvan ya da kişiyle ölümünden az önce konuşması, onlara dokunmuş olması, hep şüphe nedeni. Erkekler yani kocalar, babalar ve köyün ileri gelenleri ise susarak ya da suçlayan kadınların yanında yer alarak bu işin içinde rol almışlar hep.
Söylentilerin yayılmasıyla cadı olduğu iddia edilen kişinin öncelikle tüm eşyasına el konuyor. Toplumsal baskı ve ard arda gelen şikayetlerle resmi suç duyurusu, ardından tutuklama gerçekleşiyor. Bazen kadının suçlu olup olmadığına ilişkin ‘deneyler’ yapılıyor: Kadın suya atılıp, su üzerinde yüzerse içine şeytanın girdiği, batarsa masum olduğu kanısına varılıyor. Cadılara uygulanan adli prosedürdeki en belirgin özelliklerden biri de hepsinin vücudunda şeytanın izlerinin aranması. Kadının şeytanla buluştuğu ortamlara ve yaptığı anlaşmalara dair iyice sorgulanmasından sonra hakimler bir cellata, cerraha ve berbere başvuruyorlar. Kadın önce soyulup tümüyle tıraş ediliyor. Cellat tüm hakim ve yargıçların önünde kadının en mahrem yerleri de dahil, vücudunu inceliyor. Amaç şeytanın vücutta bıraktığı izi bulmak! Şüphe duyulduğunda o bölgeye iğne batırılıyor. Eğer kadın acı çektiğini gösterirse ya da kan akarsa, söz konusu kişinin şeytanla ilgisi olmadığına kanaat ediliyor. Tam tersine kadın duyarsız görünürse ve iğne kanamaya neden olmazsa kadının şeytanla ilişkide olduğu düşünülüyor.
Bu süreçte kadından sürekli ‘suçunu itiraf etmesi’ isteniyor. Engizisyon prosedürü doğrultusunda kadınlara yöneltilen sorularsa hep aynı: ‘Şeytanla ne zaman ve nasıl anlaştın?’, ‘Komşularını ya da anne-babanı nasıl büyüledin?’.. Sorgulama sonunda kadın suçunu itiraf etmezse işkenceye karar verilebiliyor. Cellatın yaptığı işkenceye bir doktor ya da cerrah mutlaka tanıklık ediyor. Amaç, kadının hayati tehlikeye girmesine izin vermemek. Kadınlar işkence sonunda genellikle ‘suçlarını’ kabul etmişler hep. Çoğu zaman asılan ya da yakılan bu kadınlar, ölü kayıt defterlerine kaydedilmemişler. Cellatsa, cadıdan geriye kalan külleri dağıtınca onlardan hiçbir iz kalmamış.
Paris’teki serginin yarısından fazlası cadı davalarına odaklanıyor. Bu davaların yoğun olduğu dönemlere bakıldığında fark edilmiş ki, çoğu din savaşları, açlık, salgın hastalık dönemlerinde ya da arka arkaya yaşanan ölümler sırasında gerçekleştirilmiş. Çocukların, hamile kadınların, hayvanların ani ölümü, bir çiftin kısırlığı, bir hastalığın anlaşılamayan işaretleri, bir şahsın deliliği, bir hayvanın enfeksiyon kapması, sakat bir çocuğun ya da hayvanın doğması, aile içi ya da komşular arası çatışmalar, toplumsal karmaşa gibi sosyal dengeyi bozan, çıkışsız durumlarda toplum kendine bir ‘cadı’ bulup peşine düşmüş. Fırtınalar, mahsule zarar veren aşırı yağmurlar, şiddetli dolu yağışları da hep bu zavallı kadınlara fatura edilmiş. Kısacası, bunalım içindeki toplumda aranan günah keçisi kolayca avlanan ‘cadılar’ olmuş. Suçlanan kadınların çoğunun dullar, asi bekarlar ya da baştan çıkarıcı hizmetçiler, kısacası toplumda ‘parmakla gösterilen, damgalanmış’ kadınlar olduğu da tespitler arasında.
Şeytanla dans!
İlginç olan bir başka ayrıntıysa, cadı davalarının sanıldığı gibi Ortaçağ’da değil, Rönesans döneminde yoğun bir şekilde görülmesi. Hatta Ortaçağ’da cadı figürüne daha yumuşak yaklaşılmış. Aşık eden iksirleri, tedavi eden bitkileri, düşüğe ya da korunmaya yarayan otlarıyla halkın başvurduğu bir figürdür cadı. Ortaçağın sonunda ise tam tarihle 15.yy’de, ‘Şabat’ kavramı çıkıyor ortaya: Bu kara ayin sırasında cadı, şeytanla buluşup dans etmek üzere süpürgesine binip, uçan kadındır. Bu türden bir faaliyeti tanımlamak için ‘Şabat’ sözcüğünün seçilmesinin son derece antisemit olduğunu belirtmemize ise gerek yok. O dönem şeytan konusuna yoğunlaşmış engizisyoncular, “Şabat kötülüğün kilisesidir ve şeytana hizmetçilik eden bu cadılar acımasız bir şekilde cezalandırılmalıdır” diyorlar. “Şeytan bu kadınların hepsini tanıyor, çünkü biliyor ki kadınlar tensel zevki severler” gibi cümlelerse bu davalarda çokça rastlanan yargılar. Sonuç olarak 1560-1630 arasında cadı olduğu iddiasıyla on binlerce kadın infaz ediliyor.
Avrupa’da yakılarak cezalandırılan son cadı ise Michee Chauderon olur. Yıl 1652, yer Cenevre’dir. Ondan sonra kadınlar şeytanla ilişkilerini itiraf etseler de ne işkence görür ne de infaz edilirler. Manastırlarda şeytan çıkaran rahipler bu kadınlarla ilgilenip, ‘tedavi’ etmeye başlarlar. Yüzyılın sonunda cadılık suç olmaktan çıkar. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da kadınların cadılıkla suçlanması devam eder ama evrensel memnuniyetsizlik Satan’ı mahkeme salonlarından uzaklaştırır.
Aydınlanma dönemi, şeytanla ve onun sevgilisiyle dalga geçilen dönemdir. Artık küçümsenen ve karikatürize edilen, geçmiş yüzyılların tüm batıl inançlarını, karanlığını simgeyen, yaşlı bir kadındır cadı. 19. yy’den itibarense çoğu zaman kadınlarda görülen ‘histeri’nin tanımıyla cadılık tekrar gündeme gelir. Akıl hastalarıyla uğraşan doktorlar geçmiş yüzyıllarda cadılıkla suçlanan kadınların aslında histeri hastası olduklarını düşünmeye başlarlar.
Zehirleyici kadınlar!
24 Ağustos 1933, yer Paris. Violette Noziere’in anne babası Paris’teki küçük dairelerinde, açık bırakılmış gazdan can çekişirken bulunurlar. Violette’e göre anne babası intihar girişiminde bulunmuştur. Baba ölür ama hayatta kalan anne kızını suçlar. Yapılan incelemede kızın anne babasına onları tedavi ettiği bahanesiyle yüksek dozda toz Veronal içirdiği ortaya çıkar. 19 yaşındaki kızın gizli bir hayatının olduğu, zamanının bir bölümünü bohem öğrenci gençliğiyle geçirdiği, çok sayıda sevgili ve ‘müşteri’ edindiği tespit edilir. Violette, sorgulama sırasında babasıyla ensest ilişkilerinden söz eder. Önce ölüm cezasına, sonra ömür boyu kürek cezasına çarptırılır. 1945’te serbest bırakılır ve 1963’te rehabilite edilir.
Antik çağlardan beri var olan ‘zehirleyici kadın’ kavramı, Aydınlanma dönemiyle biten cadı korkusunun yerini alır. 19. yy’de ise adli tıptaki ve toksikoloji tahlilindeki gelişmelere rağmen zehrin kadınla bağdaştırılması fikri devam eder. Ortaçağda zehirlemeyle suçlanan kadın davaları hayli azınlıktadır. Zehirleyici kadın da tıpkı cadı gibi ‘şeytani’ otlar, yağlar, zehirlerle hareket eder ve yemekle zehirleme hayli yaygındır. Arsenik ya da fare zehiri şaraba, et suyuna, yumurtaya, reçele karıştırılır. Nefret, çıkar, aldatma, kötü muamele suça zemin hazırlar. Bu ‘kadınsı’ şiddetin erkeklerin işlediği cinayetlerden en büyük farkı, otopsi yapılmadıkça görünür hiçbir iz bırakmaması, mesela kan akmamasıdır. Üstelik iş kapalı bir yerde yani evde, tamamen gözlerden uzakta olup biter. Adli ortamda, tıp literatüründe, sanatsal ve edebi temsillerde zehir mükemmel bir kadın silahıdır. Gizli ve tasarlanmış tarafıyla durumun ciddiyetini artıran zehirlemenin kadınsı tarafı, kadının fiziksel zayıflığıyla örtüştürülür hep. Hileli ve sinsi hava da bu zayıflıktan ötürüdür.
Paris’teki sergide işlenen ünlü ‘zehirleyici kadın’ davalarından biri ise 1600’lere tarihleniyor. Babasını, kız kardeşini ve erkek kardeşlerini zehirlediği iddiasıyla bir markize dava açılır. 1676 yılında, Paris’te bugün Hotel de Ville Meydanı (Belediye Meydanı) diye anılan Greve Meydanı’nda kafası kesilen markizin davası önce aile sınırları içinde kalsa da, olaya soylu kadınların da bulaştığı, hatta belki kralı tehdit ettiği ortaya çıkar. Dava 442 suçlama, 36 ölüm cezası ile sonlanır. Onlardan biri de La Voisin soyadlı bir kadındır: 22 Şubat 1680’de yakılarak idam edilir.
Bebeklerinin katili kadınlar!
“Çocuklarını doğurmuş (kurtulmuş) zavallı kadınlara mahkemenin daha yumuşak davranması için yalvardı.” 19 Ocak 1640’ta, Paris’teki infazından az önce söz alan Anne Grumeau’ya ilişkin bir mahkeme kaydı. Kadınlara mal edilen ya da özellikle kadınların işlediği suçların ele alındığı bu sergide, ‘zehirleyici’ erkeklere rastlansa da, bebek katilliğiyle suçlanan erkeklerin sayısının çok az olduğu vurgulanıyor. Gözlerden uzakta gerçekleşen bu suçu işleyen kadınlarda görülen ortak nokta ise, çoğu zaman ‘sevgililerince terk edilmiş, enseste uğramış ya da çok yoksul ve yalnız kadınlar’ olmaları.
Bugün Fransa’da ‘yeni doğmuş bebek katli’ başlı başına, ayrı bir yasa olarak ceza yasasında yer almıyorsa da, 16.-19. yy arasında çok sayıda yasa metninin konusu olmuş. 1556’da çıkarılan bir düzenleme, evlilik dışı hamile kalan kadınlara, durumlarını resmen bildirmesi zorunluluğunu getiriyor. Ölüm cezası, 16. ve 17. yy boyunca çocuk katili kadınlara sık sık verildiyse de, 18. yy’de hakimler, fiziki ve ruhani yıkım içindeki, bazen başlarına geleni tam olarak kavrayamayacak kadar hastalanmış, bilinçsiz durumdaki bu kadınlara daha ılımlı yaklaşıyor. 1789 devriminde ise bebek katilliği ayrı bir suç olarak görülmüyor, tasarlanmış ya da tasarlanmamış cinayet kategorisine sokuluyor. 1901 itibariyle cinayetin tasarlanmış olup olmamasına hiç bakılmıyor.
Adaletin korkutucu mekanizması ve soruşturmaların doğası bu kadınların içten ve spontane konuşmalar yapmasını engellemiş; dolayısıyla kadınların duygularına ulaşmak zor. Ancak bazı belgelerde kadınların mahremiyetlerini bir parça açtıkları, çoğu zaman evli olmadıkları kişilerle kurdukları cinsel ilişkilerden söz ettikleri ve yaşadıkları çok uzun yalnızlığın onları nasıl cinayete götürdüğü görülebiliyor. Ama çoğu zaman, yeni doğmuş bebeğin cansız bedeni bulunduğunda bile suçlarını itiraf etmiyorlar! Annelerin neler olup bittiğini anlatmadaki zorluğu, öldürdükleri bebeklerinin cinsiyetini bile tam söyleyememeleri, panik ve yıkım hali söz konusu. Bebekler ya aceleyle bahçeye gömülüyor, ya nehre atılıyor ya da tarlaya, olmadı hayvana yem olarak bırakılıyor. Odalarında doğum yapanlar bebeği dolaplarına, sandıklarına, uyumaya devam ettikleri saman yataklarının altına saklıyorlar.
İlginç olan bir diğer nokta da bu kadınların çoğunun hamileliğini reddetmesi. Çocuklarının hareketini hissetmiyor ya da hissetseler de başka şeylere yoruyorlar. Doğacak çocukla ilgili hiçbir hazırlık yapmıyor ama doğum için acele ediyorlar. Doğum sırasındaki sancılarını ve çığlıklarını bastırarak, çalıştıkları yere çok yakın bir yerde, mesela tarlada doğuruyorlar. Yakın çevrelerindeki kimseden yardım almadıkları için sonsuz bir yalnızlık duygusu hepsinde görülüyor.
Bebek katillerinin yüzde 80’inin evlenmemiş kızlar olması da serginin tespitleri arasında. Yaş ortalaması ise 25. Çoğu yoksul, örneğin hizmetçilik yapıyor ve okuma yazma bilmiyor. Bebeklerin babalarıysa bu kadınlara evlilik vaat edip ortadan kaybolmuş erkekler. Hizmetkarlar, askerler, küçük işler yapanlar ve bazen de işverenler.. Böylece aşk ilişkisi kaçak ve geçici yaşanıyor.
Bu kadınların ortak noktalarından biri de, cinayete başvurmadan önce türlü çareler aramaları. İlk düşündükleri kürtaj oluyor. Bunun için her çeşit bitkiyi, ilacı deniyorlar. Şarlatan doktorlarca gerçekleştirilen kanamalar vs. hep denenen çareler arasında. Hiçbiri başarılı olmazsa geriye ‘terk’ kalıyor: Bir gece bebeklerini hastane, kilise yakınına bırakıyor ya da kimsesizler yurduna yerleştiriyorlar.
Petrolcü ya da yangıncı kadınlar!
19. yüzyılın sonunda Fransa’da yepyeni bir kadın figürü çıkıyor ortaya: ‘Petrolcü’ kadınlar! Paris Komünü sırasında çıkarılan yangınlardan sorumlu tutulan kadınlar bunlar. Yangın için petrol kullandıklarından böyle anılıyorlar. Silah taşıyan, fikirleri için çatışan bir kadın modeli söz konusu olan. İlginç olansa hiçbirinin yangın çıkardığına dair kanıtın olmayışı!
Petrolcü kadınların ortaya çıkışı, Fransa’da bir seri ayaklanmanın olduğu yıllar. Onlardan en büyüğü 1871’de, Paris Komünü’yle yaşanıyor. Bu ayaklanma sürecinin sonunda çok sayıda kadın ve erkek Savaş Konseyi önüne çıkarılıyor. Toplam 33 bin kişiden 1051’i kadın. Dava öncesinde büyük ün kazanan ve sosyopolitik karmaşanın simgesi haline gelen bu kadınların başkenti ateşe verdikleri, bunun için de petrol kullandıkları söylentisi dolaşıyor ortalıkta. Kadınların hiçbiri suçlamaları kabul etmiyor, Savaş Konseyi’nce cezalandırılmıyor. Yani petrolcü kadınlar resmi olarak tanınmıyor! Hiçbir siyasi hakkı olmayan ama ‘dava insanı’ bu kadınlar, tıpkı ‘cadılar’ gibi toplumsal hayalgücünün ürünü anlaşılan.
Tüm Fransızların tanıdığı, derslerde okutulan Louise Michel bu kadınlardan biri. 1830 doğumlu, öğretmen Michel, sosyal adalet talebindedir ve devrimci ortamlara girip çıkar. Sonunda komüncülere katılır. Versay’daki barikatta ve çatışmalarda yer alır, propagandacı ve ambulansçı olarak çalışır. Sorgulamalarda siyasi metinlerin yazımındaki rolünü itiraf eder. 1873’te Yeni Kaledonya’ya sürgüne yollanır, 1880’de Paris’e döner. 1905’teki ölümüne kadar devrim tutkusuyla yaşar.
Ve ‘vatan haini’ kadınlar!
Kim mi onlar? 2. Dünya Savaşı sırasında Alman sevgililer edinmiş, hatta kimi zaman onlardan çocuk doğurmuş, savaş sonundaki Bağımsızlık döneminde ise toplum tarafından ‘vatan haini’ ilan edilmiş kadınlar bunlar. Almanlarla işbirliği ettikleri resmi olarak kanıtlanamasa da kamu vicdanında yargılanmışlar. Bazısı içten, bazısı ise çocuğunu doyurmak, savaş sırasındaki yoksunluklarını gidermek için çıkarcı ‘duygusal işbirliği’ kurmuş Almanlar’la. Yani ceza yasasında karşılığı olmayan bir ‘suç’ işledikleri. ‘Erkeklerin cinselliği özel hayata dahil sayıldığından hiç sorgulanmazken, kadınların vücudu vatanın bir parçası haline gelip, işgalci tarafından işgal edildiği algısı oluşuyordu’ deniyor sergide. Kadınlar için ‘yatay işbirlikçi’ tabirinin kullanılması dönem bakışının özeti adeta. ‘Vatan haini’ kadınların çarptırıldıkları ceza ise, saçlarının kazınması olmuş! Kadınlar tek tek, birey olarak ‘hain’ ilan edilmek yerine, topluca kazınan saçları ve ‘dazlak’ kafalarıyla hep beraber hainliği temsil etmişler. Ölümcül olmayan bu ceza sayesinde, ‘siyasi ve cinsel suçlu’ bu kadınlardan geriye sadece görüntüler kalmış.
Bağımsızlık döneminde ‘işbirlikçi kadınların’ saçlarının kazınması cezası tüm Avrupa’da uygulandı. Avrupa halkları, tıpkı geçmiş yüzyıllardaki gibi ‘kadın saçını baştan çıkarma silahı ve vatan hainliğinin simgesi’ olarak görüyordu. Fransa’da yaklaşık 20 bin kadının saçı kazındı. Bu ‘vatansever’ faaliyete mümkün olduğunca çok insan katılıyor, amatör ya da profesyonel kameramanlar ve fotoğrafçılar, Amerikalı ve Kanadalı gazeteciler bu ‘gösterileri’ ölümsüz hale getiriyorlardı.
Bağımsızlık döneminin saçı kazınan kadınları uzun zaman milletin bilinçaltından silinmedi. Zaman içinde kurban olarak algılanmaya başlanan bu kadınlar, ‘suçlu’ ya da ‘kurban’, ‘aşağılanmış’ ya da ‘utanç verici’ nasıl nitelenirse nitelensin hep susmayı tercih ettiler...
Bu arada belirtelim: Kadınlar, normal zamanlarda cezaya uğrayan nüfusun sadece yüzde 5-10’unu temsil ederken, 2. Dünya Savaşı’nda düşmanla işbirliğiyle suçlananların oranı yüzde 26’ydı!
Cezaya çarptırılan iki aktris!
Ünlü Fransız oyuncular Arletty ile Carinne Luchaire de işbirlikçi olmakla suçlanıp yargılanan kadınlar arasındaydı. Ama onların saçları kazınmadı. Arletty, ‘Cennet Çocukları’ filmindeki rolünü Fransa’nın işgal altında olduğu dönemde oynar. Bu cesur, özgür, bağımsız kadın karakteri için Arletty’den yola çıkan ünlü yazar Jacques Prevert filmin senaryosunu yazar. Oyuncu bu arada Alman subayı sevgilisiyle çekinmeden görünür ortalıkta. Hiçbir işbirlikçi faaliyette bulunmamış, Reich’a düzenlenen hiçbir sanatçı seyahatine katılmamıştır. Yine de 1944 sonbaharında tutuklanıp sorgulanır. Ulusal Arındırma Komitesi, 1946’da üç yıl boyunca çalışma yasağı koyar ünlü aktrise. Biyografi yazarının hayalgücünden türediği düşünülen ama yine de Arletty’ye mal edilen “Kalbim Fransız ama kıçım uluslararası” lafı hafızalara kazınır.
‘Kadın doğası cinayete yatkın mıdır?’, ‘Kadınlara güvenmemeli miyiz?’, ‘Kadınlar siyasi iktidarı devirebilirler mi?’, ‘Devletin ve vatandaşların güvenliğini tehlikeye atabilirler mi?’, ‘Kadın başlı başına bir tehdit oluşturabilir mi?’ gibi bilinçaltında ‘uyuyan’ nice soruyu uyandıracak bu sergi, Ortaçağdan 20. yy’ye çeşitli nedenlerle yargılanan kadınlara, verdikleri ifadelerle ‘mikrofon uzatıyor’. 27 Mart 2017 tarihine kadar Paris Soubise Malikanesi’nde görülebilecek sergi, Salı hariç hafta içi her gün 10.00-17.30, hafta sonu ise 14.00-17.30 arasında açık. Fransızca bilenler için belirtelim: Bu ilginç serginin Fransız Milli Arşivleri’nden çıkan, aynı başlıklı bir kitabı da var!
Adres: 60, Rue des Francs-Bourgeois, 75003 Paris, Metro: Saint-Paul, Hotel-de-Ville ya da Rambuteau