Bartın dağlarında atlı safari
Mimar Derya Aydan (24), geçen haziranda Bartın’ın sahil kasabası Mugada’dan, Kastamonu’nun Daday İlçesi’ne gitmek üzere dört kişilik atlı grupla yola çıktı. Kuş uçumu 100 kilometrelik orman yolunda güzel bir yolculuk planlarken, beklemediği bir macera yaşadı. İzlenimlerini Hürriyet Seyahat okurları için yazdı.
“Özümüze döneceğiz! At üstünde yaşayacağız, dağda kamp kurup ateş yakacağız, atalarımız gibi olacağız!”
1970’in Dallas gibi TV dizileriyle büyümüş, çocukluğu Kaptan Swing’le geçmiş, bol Indiana Jones filmi izlemiş babam gaza gelmişti. Bartın - Mugada’daki ufak çiftliğimizin çevresindeki kısa atlı geziler onu kesmiyordu artık. Atlarımıza binecek, uzun yol gidecektik! Dağlarda konaklayacak, ateş yakacak, konserve yiyecek, terslik olursa “Hay bin kunduz” diyecektik!
Hedefimiz Kastamonu - Daday’daki at çiftliğiydi. Kaç gün sürer, bilmiyorduk. Annem Daday’a gidip, bizi bekleyecekti. Geçeceğimiz köyleri, patikaları haritada işaretledik. Kuş uçumu 100 kilometre gözüken bir mesafeydi, inişli çıkışlı dağ yollarıyla daha uzundu. Malzemelerimizi hazırladık: Sandviç, peynir, kene ilaçları, yedek kıyafetler, kağıt tabaklar, konserveler, mataralar. Ne olur ne olmaz diye bir de tüfek!
Haziranın ilk haftasında aradaki asfalt mesafeyi atlayıp Kozcağız’dan yola çıkacaktık. Kamyonla götürdüğümüz atlarımızı uygun bir yer bulup köyün yakınlarında indirdik. Etrafımızı saran köylülerin şaşkın bakışları altında eşyalarımızı rulo yapıp eyerlerin arkasına bağladık. Anneme ve şans dileyen köylülere el sallayıp yola çıktık. Babam, Bartınlı Ziya Amca, arkadaşım Miray (Gezideki ismi Emanet Çocuk) ve ben... Ziya Amca yıllardır Mugada’daki çiftlikte, atlarla ilgileniyor. Onların dilinden en iyi anlayan kişi.
JANDARMANIN SORUSU: DEFİNECİ MİSİNİZ?
Keyfimiz gıcır. Doğa süper. Atlar zinde, koşmaya hevesli. Haritadaki köyler birer birer beliriyor. Şarköylüler hoş geldiniz, diyor ve bir sonraki köyü tarif ediyor. Tarif önemli, çünkü sık sık yollar ikiye ayrılıyor. Tabela yok, harita yetersiz. Tarife göre, Asker Tepesi köyüne giderken bir köprü ve türbe geçmemiz gerekiyor. Ama yol uzadıkça uzuyor. Sıcak vurdukça vuruyor. Türbe gözükse de çaput bağlasak, sağ salim hedefimize varalım, diye.
Derken yol yine ikiye ayrılıyor. Kastamonu doğuda kaldığından, doğuya sapıp Kirsinler’e ulaşıyoruz. Yanlış gelmişiz ama olsun, ne güzel bir köy bu böyle. Kahvenin önünde oturan kadınlar hemen kalkıp Miray’la beni bahçelerine götürüyor. Masa kuruluyor, ayranlar yapılıyor, kirazlar çıkarılıyor, poğaçalar konuyor, baklava bile geliyor. O sırada erkekler babamla Ziya Amca’nın etrafını sarmış. Kahvenin balkonunda Asker Tepesi’ne dönmeden kestirmeden bir sonraki köye varmanın yolu tartışılıyor. Bir köylü bize eşlik etmeyi teklif ediyor. Çok karışık bir orman yoluymuş, kaybolurmuşuz. “Ayakkabılarımı giyiverem, çıkarız yola” diyor. Poğaçamızı atlara bağlayıp, rehberimizi beklerken jandarma cipi beliriyor. Komutan bize hiç bakmadan, kahvenin sit-com dekoruna dönen balkonuna yerleşiyor, köylülerle selamlaşıyor. Çayını yudumlarken babama dönüyor: “Nereye gidiyorsunuz, hayrola?”
Babam anlatmaya alışık, gezi yaptığımızı söylüyor. Kimliklerimizi isteyen komutan, masaya dizip, evirip çeviriyor. “İhbar aldık. Ne yapacaktınız Asker Tepesi’nde?” Babam durumu açıklıyor. Cevap: “Tarihi eser arıyorsunuz değil mi? Götüreyim mi sizi karakola?” Çantalarımız açılıyor, tüfeğin ruhsatına bakılıyor: “Çalıntı olmasın?” Babam hâlâ sabırlı. Yarım saat sonra durum anlaşılıyor: Efendim, meğer Asker Tepesi’nde tarihi eserler varmış. Geçtiğimiz köylerden birinden jandarmayı aramışlar, onlar da peşimize düşmüş. Komutan nihayet ikna oluyor. Eli baltalı rehberimiz “Deli” Hüseyin’le yola düşüyoruz. Kestirme orman yolundan “bir sigara içimlik mesafedeki” Çubuklu’ya çıkacağız.
BALTALI REHBER HÜSEYİN’İN PEŞİNDE
Orman yolu gittikçe daralıyor, ağaçlar sıklaşıyor, dallar nedeniyle at üstündü eğilerek ilerliyoruz... Biz zorlu parkurları severiz. Kaygan, dik yerlerde attan inip yürürüz. Yine böyle bir yolculuk olacak anlaşılan. Fakat yarım saat sonra, yol kayboluyor. Ağaçlar sıklaşıp çalılar zemine yayılıyor, orman gülleri beliriyor. Ağaç kaplı bir tepeye, attan inip yürüyerek tırmanmaya başlıyoruz. Hüseyin önde, sanki maraton koşuyor. Yahu bir dakika bekle be adam! Bir dur, su içelim, azıcık dinlenelim!
Zemin kaygan. Yokuş. Her taraf orman gülü kaplı, dalların üstünde yürüyoruz. Vücudumuz çiziliyor. Devrilmiş ağaçları aşıyoruz. Haydi bizde iki ayak var, ya atlar? Eyerler yan dönüyor. Çamurda kayıp ayağımıza basıyorlar. Koşturmaktan nefesimiz kesilmiş. Tam iki saat olmuş yola çıkalı. Babama sesleniyorum: “Seslen Hüseyin’e, mola verelim.” Bana kızıyor, geldik işte, diyor. Üç saat sonra “orman yolu” bitiyor, toprak yola çıkıyoruz. Hüseyin durumu tek cümleyle açıklıyor: “30 yıl önce açılmış bir yol vardı, kapanmış!” Malzemelerimiz dağılmış. Birkaç parça kaybolmuş. Suratlarımız kırmızı, atlar çok acıkmış. Hüseyin yolun geri kalanını tarif edip geri dönüyor. Biz bir dere geçip ahşap evden sola sapacağız, yarım saat sonra Çubuklu’dayız. İnan, inanabilirsen.
YENGEÇLİ GECE
Hava kararmaya başlıyor. Ne dere var ne de ahşap ev. Babamın tabiriyle “bardak kadar su” aşıyoruz sadece. Uzaklarda bir köy görüyoruz, ama yolumuz farklı yöne gidiyor. Nihayet bir dere beliriyor. Bu hesaba göre Çubuklu uzak olmalı. En iyisi kamp kurup, sabah yola devam etmek. Birkaç dal kestip çadırımızı kuruyoruz, yiyecekleri çıkarıyozur. Atları otlasınlar diye serbest bırakılıyor. Hava hemen kararıyor. Güzel bir ateş yakıyoruz. O kadar yorulmuşuz ki, özenle yerleştirdiğimiz yemekleri yiyecek halimiz yok. Ben Miray’la çadırda kalacağım. Babamla Ziya Amca ise dışarıda, uyku tulumunda nöbetleşe uyuyacak. Dereye hayvan inmesi ihtimaline karşı, sırayla tüfekli nöbet tutacaklar.
Tam çadıra girdiğimizde, pıtır pıtır yağmur düşmeye başlıyor. Babam çadırla ağaç arasına branda geriyor, eşyaları bölüşüyoruz. Yağmur gece ara ara yağsa da ateş yanıyor. Rahatsız bir gece geçiriyoruz Miray’la, çift kişilik diye satın aldığımız yazlık çadır aslında tek kişilik! Islak beze dokunmadan uyumaya çalışıyoruz. Sabah çadırın fermuarını açtığımızda çok tatlı bir görüntü bekliyor bizi: Indiana Babam, tam önümüzde, ateşin başında havalı bir şekilde oturuyor. Kot mont, kot pantolon, başında şapka, elinde tüfek. Sönmeye yüz tutmuş ateşten usul usul dumanlar tütüyor, arkada atlar kıpırdanıyor. Tazelenmiş bir hava, biraz ıslak ama güneşli. Kuşlar cıvıldıyor.
Babam o pozisyonda o kadar uzun süre oturmuş ki çözülmesi zor oluyor! Üstelik gece ziyaretçisi varmış. Ağzımız açık dinliyoruz: Nöbet sırası Ziya Amcada’yken, babamın uyku tulumunun altında bir şeyler kıpırdamış. Sonra tulumun içine girdiğini düşünüp elini atmış, kıpır kıpır bacaklı hayvanı bir çıkarmış ki; koca bir yengeç! Üç yengeç saldırısından sonra uykusu kaçmış, nöbet tutmuş. Botumu giyerken “Saldıra saldıra yengeç mi saldırdı” diye gülüyordum. Diğerini giymeden, botu silkelemek aklıma geliyor. İçinden koca bir yengeç düşüyor!
Sabah moralimiz epeyce düzelmiş. Hava güzel, koca bir gün önümüzde. Eşyalarımızı toplayıp, atlara sıkıca bağlıyoruz. Ve tırıs tırıs yola koyuluyoruz. Atlar dinlenmiş, koşmaya hazır. Mutlaka bir köy çıkacak karşımıza. Çubuklu olmasa da fark etmez. Yeter ki bir yere varalım, yerimizi öğrenelim.
Az gittik uz gittik başladığımız yere döndük
Çubuklu’ya doğru gittiğimizi düşünerek ilerliyorduk. Genişleyen dereden suları sıçrata sıçrata geçtik ve birden önümüzdeki virajdan bir otomobil çıktı. Avcı bir baba-oğul, bize biraz ilerideki köyden sonra Kumluca’ya çıkacağımızı söyledi. Ben Kumluca’nın adını bile duymamıştım ama babamın yüz ifadesine bakılırsa epeyce ters bir yoldayız!
Kumluca. Meğer yola başladığımız yerin pek yakınında bir ilçeymiş! Biz Çubuklu köyünü bulamayıp bu tarafa sapınca “ring” yapmışız, resmen bir U çizmişiz! Miray’la biraz gülmeye meyilliydik ama babamın morali bayağı bozulmuştu, sesimizi çıkarmadan köylerden geçip Kumluca’ya girdik.
Kumluca’ya girer girmez kimi gördük dersiniz? Jandarma. Babam şaşkın. Nöbetçi askerler sırıtıyor. Komutan dışarı çıkmış, karizmasını zedelememek için gülmemeye çalışıyor! Evet, önceki gün tarihi eser kaçıracağımızdan şüphelenen komutan! Bu kadar zaman kaybetmiş olmasaydık durum çok komikti aslında. Komutan bu sefer bize yardımcı oldu, kamyon ayarlaması için adamları çağırdı, çay ikram etti. Yeni planımız, atları bir kamyonla Eflani’ye götürüp yola oradan devam etmekti. Böylece kaybettiğimiz zamanı telafi edecektik, hem de Eflani’den sonraki yolun çok daha rahat, uygun olduğunu öğrenmiştik. Olmadı!Maceraya gönülsüz katılan Ziya Amca, bu kadar aksaklıktan sonra kayış attı. Atı, abisine aitmiş. Başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Zaten tüm gezi boyunca at bizden daha lüks koşullardaydı. Özel battaniyesi, yem torbası vardı. Bizim atlar eşyamızı da taşırken, Ziya Amca eşyaları sırtında taşıyor, çoğunlukla yürüyordu. Kampta tam tepemize bağlanmıştı. İşte bu Sayın At’ı şimde bir an önce abisine teslim etmek istiyordu. Biz de onsuz devam etmek istemiyorduk. Atları Mugada’ya gönderdik, anneme geri dönmesi için telefon açtık ve kuzu kuzu minibüs beklemeye başladık!
Dersiniz ki bu macera yetmiştir canınıza. Hiç de öyle olmadı! Bir sonrakini ne zaman yapsak diye düşünmeye başladık bile, bu sefer daha tecrübeli olacağımız için kendimize daha çok güvenmeye bile başladık. Fark ettik ki atlarla iletişimimiz artmış. Beraber geçirdiğimiz süreden sonra bize alışmışlar, hiç irkilmiyorlar, bizi görünce hafifçe kişneyip yanımıza geliyorlar! Belki de son gün at kokusu felaket derecede üstümüze sindiği içindir! Biz farkına varmıyorduk tabii ama geziden dönünce gördüğümüz herkes buram buram at koktuğumuzu söylüyordu!
Bu yazı, şehrin her zamanki hayhuyundan sıkılıp, monotonluktan kurtulmak isteyen, ruhunda Indiana’lık olan herkese yazılmış olsun!
BİR AT MACERASINDAN NOTLAR
Hay Bin Kunduz!
Tahmin edeceğiniz gibi yola çıkacağımızı duyanların ilk tepkisi birbirine benziyordu: “Delirmiş bunlar”, “Haydi canım, yapılmaz öyle şey”, “Atlara yazık”, “Kaybolursunuz”, “Ormanda falan uyunmaz, bir şey saldırır.”
Öyle böyle, epeyce eğlendirdik dostlarımızı. Bizle gelmek isteyenler de oldu, bizi Kastamonu’da beklemek isteyenler de. Herkes bol fotoğraf, video talep etti.
Gezi sırasında karşılaştığımız köylüler ise bir alemdi. Hepsi bize deli gözüyle bakmakla beraber, tek tük imrenen amcalar da çıktı.
Bize yol tarif eden bir amca: “Bugün cuma olmasaydı ben de gelirdim sizle Çubuklu’ya kadar!”
Atlara eşya bağlamamızı izleyen gruptan bir amcaya sorulunca, gidebilirler mi diye: “Atlarlan Amarika’ya gada gidülü, Gastamonu’ya mı gidemeceksiyüz?”
Yine aynı gruptan bir teyze: “Yagışagaldı gızım ata!” (Ata yakışıvermişiz)
Bizi ata yakıştıran teyzenin arkadaşı teyze, anneme: “Sen hiç merak etme, okuyvadım ben onlara, hiç bi şeycük olmaz!”
Mola verdiğimiz bir köydeki teyzeler: “Ayran yapıverem size, evim hemen şurda!”
Jandarma komutanı: “Götüreyim mi sizi karakola, tarihi eser arıyorsunuz değil mi?”
Telefonda dedem: “Yanınıza bol şeker, başörtüsü falan alın, geçerken köylülere verirsiniz!”
Yol tarif eden başka bir amcanın son sözü, tek eli havada: “Hadi yolunuz açık olsun, Allah’a emanet olun!”
Başka bir yol tarifi, tatlı bir teyzeden: “Buradan böyle gidip sola döneceksiniz. Ama sakın sola dönmeyin!”
Babaannem, gece kamp yaptığımızda telefonumuz çekmezken, anneme: “Niye izin verdin bunlara? Hadi benim oğlan deli, cesarete gelmiş. Ama sen? Sözünü geçireceksin, izin vermeyeceksin! Ormanda başlarına bir şey gelecek!”
Annem, zırt pırt telefon açan dedeme: “Bak arayıp durma, dağdalar, şarjlarını bitireceksin! Ben arayacağım sizi haber alınca!”
Döndüğümüzde dedemin savunması: “Ben bunamadım, aklım yerimde, sadece iki kere aradım!”
At üstünde, ormanın çok sık bir yerinde kameramızı döndürüp ne düşündüğünü sorduğumuz Ziya Amca: “Valla şu anda hiç bi şey düşünemeyom!!” (Benim burada ne işim var demek istiyor.)
Ziya Amca, Bartın şivesiyle kameramıza konuşurken Derya’ya Miray’ın düşüncesi: “Buralara alt yazı koyarız artık!”
Dönüp dolaşıp başladığımız noktaya döndüğümüzde jandarma komutanının muhtemel düşüncesi: “Bunlar bu şaşkınlıkla tarihi eser falan kaçıramazlar zaten..”
Tüm bu aksiliklerden, yine de çok tatlı gelen maceramızdan sonra iyice havaya girmiş babam bize bakıp: “Hay bin kunduz!”