Serhan YEDİG
Son Güncelleme:
Baharat adasının deniz çiftçileri
Afrika’nın güney batısından yüzünü Hint Okyanusu’na çeviren Nungwi, Tanzanya ve Zanzibar Adası’nın en büyük balıkçı köyü. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Taş Şehir’e 70 kilometre uzaklıkta. Okyanus günde iki kez, sahilden 200 metre kadar çekildiğinde sığ sular köyünün tarlasına dönüşüyor. Kadınlar mercan kayalarının arasında ahtapot, balık, çocuklar birbirinden güzel deniz kabuklarını toplayıp, çevredeki tatil köylerine satıyor.
Geçmişte sırt çantalıların uğrak yeri olan köye, beş yıl önce turizm piyangosu çarptı. Sahiline uluslararası tatil köyleri kuruldu. Fakat bu gelişme yoksulluğu azaltmadı. Halk sac çatılı, biriket kulübelerde yoksul bir hayat yaşıyor, tropikal kuşların uçuştuğu, mango ağaçlarının sıralandığı dar sokaklarında başörtülü kızlar Kuran kurslarına koşturuyor. Evlerin çoğunda elektrik yok, taşıma suyla çamaşır yıkıyorlar. Buna karşın köyün küçük bakkalında turistleri şaşırtan bir içki stoğu yerden tavana yükseliyor: Şampanyalar, viskiler, nadide şaraplar...
Denizi, toprağı bereketli, tüm halkın tarla sahibi yapıldığı tropik bir adada halkın mutlu, refah içinde yaşaması beklenir. Zanzibar’ın en büyük balıkçı köyü, 1100 nüfuslu Nungwi, sahilden bakıldığında cenneti çağrıştırıyor: Palmiyeler altında tek katlı, mercan taşı ve alçıyla yapılmış evler. Akasya ağaçlarına hasır lamba benzeri yuva yapmış sarı ötücü kuşlar. Balıkların neredeyse kendisini kıyıya attığı, güzelim deniz kabuklarıyla dolu bir sahil. Kıyı boyunca uzanan, çevreye uyumlu oteller, restoranlar... Ressamların eserlerini sergileyip sattığı kulübeler... Adanın en ünlü ahşap tekne atölyeleri. Rengarenk ipekliler giyen köylü kadınlar, kızlar... Her karşılaştığı turiste “Hucambo / nasılsın” diye soran güleryüzlü swahili halkı...
Saat 13.00 civarında sular çekilip balıkçı tekneleri karaya oturduğunda sahil iyice canlanıyor. Mercan kayalarının altında ahtapot, balık avlayan kadınlar, herbiri biblo zarafetindeki deniz kabuklarını toplayıp temizleyen çocuklar, turistlere ada turu satmaya çalışan yerel giysili pazarlamacılarla panayır yerine dönüyor geniş kumsal.
Fakat sahilden köyün içlerine girdikçe bu tablo değişiyor. Gerçekler ortaya çıkıyor: Yaygın yoksulluk, sefalet... Ailelerin herbiri en az beş çocuk sahibi. Nüfusun yarısından fazlası 15 yaşın altında. Zaten ortalama ömür 52 yıl. Sarıhumma, sıtma önlenmiş, sivrisinek kaynakları kurutulmuş, buna karşın karasinekler bulut gibi. Köyün çoğu evi elektriksiz. Halk balık ve tahıl ağırlıklı besleniyor.
BAYAN TUMU’NUN EVİNDE
Sahildeki Nungwi Akvaryumu’nda tanıştığım Macano’nun rehberliğinde köy turuna çıktığımda, sıcaklığın 30 dereceyi aştığı bir öğle vaktiydi. Türkiye kışın en soğuk aylarını yaşarken, Zanzibar’da yaz başlamıştı. Kadınlar evlerin önündeki büyük havanlarda sopalarla buğday, mısır öğütülüp ekmek, hindistan cevizinden sabun yapılıyordu. Köyün bitişiğindeki otelimizde, sabahın 7.00’sinden saat 24.00’e kadar medresedeki çocukların hoperlorla okuduğu ayetleri dinlemiştim. Nungwi mutaassıp bir köydü. Buna karşın kadınlar peçesizdi ve yabancı erkeklere “hoşgeldiniz” demekten çekinmiyordu. Balık pazarına uğradığımızda açık artırmaya rastladık. Türlerine göre ayrıştırılıp, ortaya yığılan balıklar toptan satılıyordu. Sardalyenin kilosu bizim paramızla 6 TL, istavrit benzeri balıkların kilosu 8 TL’ydi. Bitişiğindeki sebze pazarında ise Hint cevizinin tanesi 50, koçan kuru mısırın kilosu kuruştu. Mango, papaya, patates, soğan sudan ucuzdu. Macano’yla birer hindistan cevizi soydurup, iştahla suyunu içtik. Olgunu çok tatlı olduğundan, halk hamlarını tercih ediyordu. Olgununu tercih eden çocuklar, daha sonra kabuğu palayla kırdırıp, içini iştahla kemiriyordu.
Hint cevizinden ip yapımını görmek için evine konuk olduğumuz Bayan Tumu (38) köyün ekonomisini daha iyi anlamamı sağladı. Eşi, köyün ortaokul öğretmeni ve imamdı. 200 TL civarında maaş alıyordu. En büyüğü 15 yaşında, yedi çocukları vardı. Tumu, bir yandan radyosunda sadece kuran yayını yapan istasyonu dinlerken diğer yandan aile ekonomisine katkıda bulunuyordu. Hint cevizini denizde üç ay, toprakta bir ay beklettikten sonra gövdesini liflere ayırıyor, bacağında ovalayıp ipe dönüştürüyordu. Bunları üçlü sarmayla halata dönüştürüp metresi 100 kuruştan satıyordu. Saatte üç metre üretip, 300 kuruşa bir ekmek alabiliyordu. Çok sağlam olan bu halattan koltuk, hatta yelken ipi yapıldığını anlattı. Muz yapraklarını ise önce şeritler halinde farklı boyalarla kaynatıp, kuruttuktan sonra örüyor, hasır kilime dönüştürüyordu. Büyüklüğüne göre 20 - 30 TL’ye satıyordu hasırlarını. Bayan Tumu, bir yandan bana günlük yaşamını anlatırken diğer yandan iki kızını Kuran kursuna gitmek üzere hazırlıyordu. Tuhaf bir özgüveni vardı, beni elimi sıkarak karşılamıştı. Kaçgöçe gerek duymuyordu. Kızını gönderdikten sonra benim için ışık hızıla, muz yapraklarından bir bilezik yaptı. Türkiye hakkındaki sorularını birbiri ardına sıraladı. Müslüman olduğumuzu, ancak Zanzibar gibi vahabi geleneğiyle dine yaklaşmadığımızı anlattım. “Bizim adamızı da uzun yıllar Umman Sultanları yönetti ama gördüğünüz gibi sizinle rahatça oturup konuşabiliyorum, kadınlarımız Arap kadınlarına benzemez, erkek gibi çalışır” dedi.
Bayan Tumu ve Macano’dan öğrendiğime göre, adada başlık parası geleneği eskisi gibi sürüyordu. Aşıklar akraba çocukları bile olsa damat adayının, gelinin babasına 300-400 dolar ödemesi gerekiyordu. Bunu biriktirmek kimi zaman, üç, dört yıl alıyordu.
HZ İSA’NIN ÇAĞINDAN KALMA KAYIK ÇİVİLERİ
Çıkışta kumların üstünde açtığı çukurda iki yardımcısıyla beş metrelik dhow’ın omurgasını tamamlamaya çalışan marangoza uğradık. Adadakiler yeterli olmadığı için keresteyi Tanzanya’dan getirtiyordu. Sert mango ve subasar orman ağaçlarından, iki ayda bir tekne yapıyor, 400 TL işçilik ücreti alıyordu. Kullandığı araçlar binlerce yıl öncesinden gelmiş gibiydi: İsa’nın çarmıha gerildiği çiviler, ip ve şişten oluşan matkap, çapayı andıran keserler...
Turizm sektörü köyün gençlerine kısıtlı da olsa iş imkanı yaratmıştı. Otellerde çalışanlar 120 - 200 TL arası maaş alıyordu. Tekne sahipleri yılın 10 ayı kişi başı 25 dolardan günübirlik, 15 dolardan günbatımı turlarına çıkıyordu. 75 dolar vereni gün boyunca motorlu teknesiyle gezdiriyordu. Köyün tek eksiği tatlısuydu. Kuyulardan çıkan su tuzlu, acıydı. 10 kilometre ötedeki kaynaktan geliyordu içme suyu. Çoğu akraba olduğu halde bir araya gelip köylerine su getirmeyi başaramamıştı köylüler. İçme suyu kamyonlardan, kovası 30 kuruştan alınıyordu.
Hayatın zorluklarına karşı köyün halkı dine sığınmıştı. Beş yaşından itibaren neredeyse tüm çocuklar Kuran öğrenmek için medreseye gidiyor, namaz vakti camiler doluyordu.
Evlerin arasındaki daracık sokaklardan yürürken kapısının önünde kafasını kaldırmadan çalışan bir kadınla karşılaştık. Kadın, elindeki kahve benzeri çekirdekleri, bordo renkli bir toza bulayıp, küçük poşetlere dolduruyordu. “Bunlar baobab çekirdekleri” dedi rehberim Macano. “Küçük şekerlemeler yapıyor, çocukluğumda ben de çok severdim. Birazdan Kuran kursu dağılacak, bu sokaktan geçen çocuklar şekerlemeleri kapışacak.”
Köyün meydanına geldiğimizde karşılıklı iki kulübenin üstündeki rengarenk bayraklar dikkatimi çekti. İktidar ve muhalefet partisinin acık ofisiydi bu kulübeler, içindeki sedirlerde köyün erkekleri oturmuş, termostan doldurulan nescafe eşliğinde hararetli bir şekilde tartışıyordu. Birkaç ay önceki seçim atmosferinin etkisi hâlâ sürüyordu. Meydan çevresine sıralanmış kulübelerin önündeki, derme çatma tezgahlarda satılan tek ürün mango, papaya, Hint meyve ve yenilebilir ağaç kökleriydi.
ŞİPŞAK İLAÇ ÜRETİMİ
Tekrar ara sokaklara yöneldiğimizde mis gibi bir koku çarptı burnuma. 70 yaşlarında bir köylü, depoyu andıran dükkanının önündeki un çuvallarına oturmuş, önündeki büyük havanda, büyükçe bir sopayla, hazırladığı karışımı öğütüyordu. O ana kadar adada karşılaştığım herkesi Arapça bir sözcük olduğu için “Merhaba”yla selamlamış, karşılık alamamıştım. “Selamın Aleyküm” demem gerekmişti. İlk kez bu yaşlı adam beni “Merhaba”yla selamladı. Gözlerinin içi gülüyordu. Havana hayretle baktığımı görünce ilaç yaptığını söyledi. Neler yoktu ki içinde: Tarçın yaprakları, turunçgilleri andıran meyve kabukları, ağaç kökleri, baharatlar... “Bu ilaç vücutta ne etki yapar bilmiyorum ama, kokusu ruhuma çok iyi geldi” dedim Macano’nun yardımıyla. Güldü yaşlı adam, sonra dükkana girip bir şişeden bardağa gazoz boşaltıp ikram etti...
Bitişikteki marangoz atölyesinin duvarına müthiş tahta oymalarla süslü iki kapı yaslanmıştı. Vernik benzeri koruyucu bir boya sürülmüş, kuruması bekleniyordu. “Bu kapıların fiyatı burada 500 dolar civarında. Taş Şehir’de üç bin, dört bin dolara sattıklarını duyuyoruz” dedi rehberim.
1,5 saatlik köy turumuz sona ermişti. Tekrar sahile yürüdüm. Gelgitle yaklaşık 100 metre çekilen deniz, yavaş yavaş yükseliyordu. Kumlara oturmuş köylü kadınlar sopalarla ahtapotları dövüp, yumuşatma, çocuklar denizden topladıkları güzelim deniz kabuklarını tel fırçalarla parlatma telaşındaydı. Kumsalda yürüyüşe çıkan turistlere satıyorlardı kabukları. Deniz sakindi, fakat uzaklardan dalga sesi geliyordu. Kumsalın 500 metre açığındaki mercan resiflerine çarpan dalgaların sesiydi bu. Denizin geri dönüşünü müjdeliyordu...
Denizi, toprağı bereketli, tüm halkın tarla sahibi yapıldığı tropik bir adada halkın mutlu, refah içinde yaşaması beklenir. Zanzibar’ın en büyük balıkçı köyü, 1100 nüfuslu Nungwi, sahilden bakıldığında cenneti çağrıştırıyor: Palmiyeler altında tek katlı, mercan taşı ve alçıyla yapılmış evler. Akasya ağaçlarına hasır lamba benzeri yuva yapmış sarı ötücü kuşlar. Balıkların neredeyse kendisini kıyıya attığı, güzelim deniz kabuklarıyla dolu bir sahil. Kıyı boyunca uzanan, çevreye uyumlu oteller, restoranlar... Ressamların eserlerini sergileyip sattığı kulübeler... Adanın en ünlü ahşap tekne atölyeleri. Rengarenk ipekliler giyen köylü kadınlar, kızlar... Her karşılaştığı turiste “Hucambo / nasılsın” diye soran güleryüzlü swahili halkı...
Saat 13.00 civarında sular çekilip balıkçı tekneleri karaya oturduğunda sahil iyice canlanıyor. Mercan kayalarının altında ahtapot, balık avlayan kadınlar, herbiri biblo zarafetindeki deniz kabuklarını toplayıp temizleyen çocuklar, turistlere ada turu satmaya çalışan yerel giysili pazarlamacılarla panayır yerine dönüyor geniş kumsal.
Fakat sahilden köyün içlerine girdikçe bu tablo değişiyor. Gerçekler ortaya çıkıyor: Yaygın yoksulluk, sefalet... Ailelerin herbiri en az beş çocuk sahibi. Nüfusun yarısından fazlası 15 yaşın altında. Zaten ortalama ömür 52 yıl. Sarıhumma, sıtma önlenmiş, sivrisinek kaynakları kurutulmuş, buna karşın karasinekler bulut gibi. Köyün çoğu evi elektriksiz. Halk balık ve tahıl ağırlıklı besleniyor.
BAYAN TUMU’NUN EVİNDE
Sahildeki Nungwi Akvaryumu’nda tanıştığım Macano’nun rehberliğinde köy turuna çıktığımda, sıcaklığın 30 dereceyi aştığı bir öğle vaktiydi. Türkiye kışın en soğuk aylarını yaşarken, Zanzibar’da yaz başlamıştı. Kadınlar evlerin önündeki büyük havanlarda sopalarla buğday, mısır öğütülüp ekmek, hindistan cevizinden sabun yapılıyordu. Köyün bitişiğindeki otelimizde, sabahın 7.00’sinden saat 24.00’e kadar medresedeki çocukların hoperlorla okuduğu ayetleri dinlemiştim. Nungwi mutaassıp bir köydü. Buna karşın kadınlar peçesizdi ve yabancı erkeklere “hoşgeldiniz” demekten çekinmiyordu. Balık pazarına uğradığımızda açık artırmaya rastladık. Türlerine göre ayrıştırılıp, ortaya yığılan balıklar toptan satılıyordu. Sardalyenin kilosu bizim paramızla 6 TL, istavrit benzeri balıkların kilosu 8 TL’ydi. Bitişiğindeki sebze pazarında ise Hint cevizinin tanesi 50, koçan kuru mısırın kilosu kuruştu. Mango, papaya, patates, soğan sudan ucuzdu. Macano’yla birer hindistan cevizi soydurup, iştahla suyunu içtik. Olgunu çok tatlı olduğundan, halk hamlarını tercih ediyordu. Olgununu tercih eden çocuklar, daha sonra kabuğu palayla kırdırıp, içini iştahla kemiriyordu.
Hint cevizinden ip yapımını görmek için evine konuk olduğumuz Bayan Tumu (38) köyün ekonomisini daha iyi anlamamı sağladı. Eşi, köyün ortaokul öğretmeni ve imamdı. 200 TL civarında maaş alıyordu. En büyüğü 15 yaşında, yedi çocukları vardı. Tumu, bir yandan radyosunda sadece kuran yayını yapan istasyonu dinlerken diğer yandan aile ekonomisine katkıda bulunuyordu. Hint cevizini denizde üç ay, toprakta bir ay beklettikten sonra gövdesini liflere ayırıyor, bacağında ovalayıp ipe dönüştürüyordu. Bunları üçlü sarmayla halata dönüştürüp metresi 100 kuruştan satıyordu. Saatte üç metre üretip, 300 kuruşa bir ekmek alabiliyordu. Çok sağlam olan bu halattan koltuk, hatta yelken ipi yapıldığını anlattı. Muz yapraklarını ise önce şeritler halinde farklı boyalarla kaynatıp, kuruttuktan sonra örüyor, hasır kilime dönüştürüyordu. Büyüklüğüne göre 20 - 30 TL’ye satıyordu hasırlarını. Bayan Tumu, bir yandan bana günlük yaşamını anlatırken diğer yandan iki kızını Kuran kursuna gitmek üzere hazırlıyordu. Tuhaf bir özgüveni vardı, beni elimi sıkarak karşılamıştı. Kaçgöçe gerek duymuyordu. Kızını gönderdikten sonra benim için ışık hızıla, muz yapraklarından bir bilezik yaptı. Türkiye hakkındaki sorularını birbiri ardına sıraladı. Müslüman olduğumuzu, ancak Zanzibar gibi vahabi geleneğiyle dine yaklaşmadığımızı anlattım. “Bizim adamızı da uzun yıllar Umman Sultanları yönetti ama gördüğünüz gibi sizinle rahatça oturup konuşabiliyorum, kadınlarımız Arap kadınlarına benzemez, erkek gibi çalışır” dedi.
Bayan Tumu ve Macano’dan öğrendiğime göre, adada başlık parası geleneği eskisi gibi sürüyordu. Aşıklar akraba çocukları bile olsa damat adayının, gelinin babasına 300-400 dolar ödemesi gerekiyordu. Bunu biriktirmek kimi zaman, üç, dört yıl alıyordu.
HZ İSA’NIN ÇAĞINDAN KALMA KAYIK ÇİVİLERİ
Çıkışta kumların üstünde açtığı çukurda iki yardımcısıyla beş metrelik dhow’ın omurgasını tamamlamaya çalışan marangoza uğradık. Adadakiler yeterli olmadığı için keresteyi Tanzanya’dan getirtiyordu. Sert mango ve subasar orman ağaçlarından, iki ayda bir tekne yapıyor, 400 TL işçilik ücreti alıyordu. Kullandığı araçlar binlerce yıl öncesinden gelmiş gibiydi: İsa’nın çarmıha gerildiği çiviler, ip ve şişten oluşan matkap, çapayı andıran keserler...
Turizm sektörü köyün gençlerine kısıtlı da olsa iş imkanı yaratmıştı. Otellerde çalışanlar 120 - 200 TL arası maaş alıyordu. Tekne sahipleri yılın 10 ayı kişi başı 25 dolardan günübirlik, 15 dolardan günbatımı turlarına çıkıyordu. 75 dolar vereni gün boyunca motorlu teknesiyle gezdiriyordu. Köyün tek eksiği tatlısuydu. Kuyulardan çıkan su tuzlu, acıydı. 10 kilometre ötedeki kaynaktan geliyordu içme suyu. Çoğu akraba olduğu halde bir araya gelip köylerine su getirmeyi başaramamıştı köylüler. İçme suyu kamyonlardan, kovası 30 kuruştan alınıyordu.
Hayatın zorluklarına karşı köyün halkı dine sığınmıştı. Beş yaşından itibaren neredeyse tüm çocuklar Kuran öğrenmek için medreseye gidiyor, namaz vakti camiler doluyordu.
Evlerin arasındaki daracık sokaklardan yürürken kapısının önünde kafasını kaldırmadan çalışan bir kadınla karşılaştık. Kadın, elindeki kahve benzeri çekirdekleri, bordo renkli bir toza bulayıp, küçük poşetlere dolduruyordu. “Bunlar baobab çekirdekleri” dedi rehberim Macano. “Küçük şekerlemeler yapıyor, çocukluğumda ben de çok severdim. Birazdan Kuran kursu dağılacak, bu sokaktan geçen çocuklar şekerlemeleri kapışacak.”
Köyün meydanına geldiğimizde karşılıklı iki kulübenin üstündeki rengarenk bayraklar dikkatimi çekti. İktidar ve muhalefet partisinin acık ofisiydi bu kulübeler, içindeki sedirlerde köyün erkekleri oturmuş, termostan doldurulan nescafe eşliğinde hararetli bir şekilde tartışıyordu. Birkaç ay önceki seçim atmosferinin etkisi hâlâ sürüyordu. Meydan çevresine sıralanmış kulübelerin önündeki, derme çatma tezgahlarda satılan tek ürün mango, papaya, Hint meyve ve yenilebilir ağaç kökleriydi.
ŞİPŞAK İLAÇ ÜRETİMİ
Tekrar ara sokaklara yöneldiğimizde mis gibi bir koku çarptı burnuma. 70 yaşlarında bir köylü, depoyu andıran dükkanının önündeki un çuvallarına oturmuş, önündeki büyük havanda, büyükçe bir sopayla, hazırladığı karışımı öğütüyordu. O ana kadar adada karşılaştığım herkesi Arapça bir sözcük olduğu için “Merhaba”yla selamlamış, karşılık alamamıştım. “Selamın Aleyküm” demem gerekmişti. İlk kez bu yaşlı adam beni “Merhaba”yla selamladı. Gözlerinin içi gülüyordu. Havana hayretle baktığımı görünce ilaç yaptığını söyledi. Neler yoktu ki içinde: Tarçın yaprakları, turunçgilleri andıran meyve kabukları, ağaç kökleri, baharatlar... “Bu ilaç vücutta ne etki yapar bilmiyorum ama, kokusu ruhuma çok iyi geldi” dedim Macano’nun yardımıyla. Güldü yaşlı adam, sonra dükkana girip bir şişeden bardağa gazoz boşaltıp ikram etti...
Bitişikteki marangoz atölyesinin duvarına müthiş tahta oymalarla süslü iki kapı yaslanmıştı. Vernik benzeri koruyucu bir boya sürülmüş, kuruması bekleniyordu. “Bu kapıların fiyatı burada 500 dolar civarında. Taş Şehir’de üç bin, dört bin dolara sattıklarını duyuyoruz” dedi rehberim.
1,5 saatlik köy turumuz sona ermişti. Tekrar sahile yürüdüm. Gelgitle yaklaşık 100 metre çekilen deniz, yavaş yavaş yükseliyordu. Kumlara oturmuş köylü kadınlar sopalarla ahtapotları dövüp, yumuşatma, çocuklar denizden topladıkları güzelim deniz kabuklarını tel fırçalarla parlatma telaşındaydı. Kumsalda yürüyüşe çıkan turistlere satıyorlardı kabukları. Deniz sakindi, fakat uzaklardan dalga sesi geliyordu. Kumsalın 500 metre açığındaki mercan resiflerine çarpan dalgaların sesiydi bu. Denizin geri dönüşünü müjdeliyordu...