GeriSeyahat Attığını vuran avcı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Attığını vuran avcı

Attığını vuran avcı

Öyle bir tutkudur ki bu, takar peşine avcıyı, kar demez yağmur demez dağ bayır dolandırır durur. Bir çift ördek uğruna buz tutmuş göllerde saatlerce bekletir, ya da nice uçurumlar aşırtır bir yaban keçisine tüfek doğrultabilmek için. Av tutkusunun köklerinde hiç kuşkusuz, insanoğlunun doğayla ilişkisi yatmaktadır.

Daphne de Maurier bir öyküsünde avlanma tutkusunu şöyle anlatıyor: ‘‘Fanatik olmak budur işte -ama çok özel bir anlamda. Politikacının veya sanatçının tutkusuyla ortak yanı yoktur bunun.

Zira her ikisi de kendilerini kamçılayan gücün ne olduğunu az çok anlayabilirler. Oysa avcının tutkusu çok farklı bir konudur. Aslında avcı kendinin de anlayamadığı bir içgüdüyle avının peşinde koşar durur.’’

Avcılık dünyası, ava karşı çıkanların sayısının oldukça fazla olmasına karşın, son derece zengin ve bilinmez bir tören. Avcıyla av arasındaki büyülü bir halka. Derin Türkömer'in Milliyet Yayınları'ndan çıkan ‘‘Av Tutkusu’’ adlı kitabı bu dünyanın kapılarını aralıyor. Üstelik avlanmanın, Daphne de Maurier'nin sözünü ettiği içgüdüsel bir kovalamacanın çok ötesinde bir bağımlılık olduğunu anlatıyor. Türkömer'e göre avcılık bir tür doğayla birleşme aynı zamanda. Av tutkusunun köklerinde insanoğlunun doğayla ilişkisi yatıyor.

Kitabını ava duyduğu tutkuya dayandıran Türkömer, çocukluğundaki ilk av derslerinden başlayıp bugüne kadar devam eden av anılarını anlatıyor. Mektuplar ve fotoğraflarla zenginleştirdiği kitap, tam anlamıyla ava, bir ölçüde de yaban domuzuna methiye niteliğinde. Kitabın ilk bölümünde Ege'de yaptığı, azılı da denen yaban domuzu avlarının yanı sıra eski çağlardan kalma yaban domuzu avı efsanelerini de anlatıyor yazar. Türkömer'in kitabı, yeni avcılara bir kaynak niteliği olmaktan çok, çoğumuzun çok yabancısı olduğu bir tutkunun haritası.

Ördek avı anısı

Anısını taptaze yaşattığım av günlerinden biri. Sabah buzun arasından zor sökmüştük kayığı. Çivril Gölü cam gibiydi. Cemil kasık çizmeleriyle gölün içinde yürüyüp kayığı ipinden çekiyor, yirmi-otuz adım yol aldıktan sonra içine atlıyor. ‘‘Hayda yola Derin Ağabey! Al şu gürzü eline de burna geç.’’ Gürz dediği ucunda kök topuzu olan kalın bir sopa. Kayığın burnuna ata biner gibi oturarak bacaklarımı iki yana salıp, gürzü önümdeki buza dikine dikine vurmaya başlıyorum. Kalın buz tabakası banamısın demiyor ama Cemil de gönderle arkadan itince ağır ağır çatırdayıp kırılmaya başlıyor. Yol almak kolay olmuyordu. Yer yer tıkanıp kalıyorduk. O zaman Cemil yanıma gelip benim menzilimin ötesindeki buza gönderle vurarak çatlatmaya çabalıyordu. Böyle de yol alınır mı buz tarlasında? Avcılık işte! Yol alınıyor, alınıyor da üstelik unutulamayacak bir de av yapılıyor.

Ördekler, ördekler, ördekler!

- Aman ağabey arkanda!

Derhal dönüyorum. Kalabalık bir çamurcun sürüsü. Dört tane birden düşüyor sağa sola. İki yeşilbaş ip çekmiş gibi üzerimize bindiriyor. Gümenin içinde iyice büzülüyoruz, menzile girene kadar. Sonra bir öndekine, bir arkadakine. Biri havada sönüp mührelerin arasına taş gibi düşüyor, öteki ise kurtarıyor paçayı. Çevremize düşen ördekleri toplamak için geçidin ara vermesini bekliyoruz ama nafile. Ördek ara vermiyor. Elmabaşlar, çamurcunlar, macarlar irili ufaklı sürüler halinde geçip duruyorlar. Tüfeğin namlusu ateş etmekten tutulamayacak kadar ısınmış. Cemil habire torbadan fişek yetiştirmeye çalışıyor. Saat ona doğru geçidin hafiflediğini, gümenin çevresindeki ördekleri topladıktan sonra kayığa atlayarak yer değiştirdiğimizi anımsıyorum. Yine bindirmeye başlıyor ördek sürüleri. Bu kez kazlar da katılıyor geçide. Az rastlanır bir av günü. On ikiye doğru son fişeklerimi de atıp avı kapatıyoruz. Sandal ördek dolu. Bu başarılı av ikimizi de öylesine coşturmuş ki türküler söyleyerek dönüyoruz sahile.

Azılının peşinde

Otların bacaklarımıza sürünürken çıkardığı hışırtıdan başka ses duyulmuyordu. Çolak, sağa sola bakındıktan sonra iri bir böğürtlen kümesinin önüne çöktü. Ben sağına oturdum. Caner de soluna. Gözlerimi kapayıp karanlığı dinlemeye koyuldum. Gece kuşlarının sesleri, çoban köpeklerinin ulumalarıyla karışıyor, arada bir çok uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Demek gece yağmur doluydu. Belki bizi de yakalar bir güzel ıslatır diye düşündüm. Heyecan dolu bir mutluluk kaplamıştı içimi.

Birden Ahmet kolumu dürttü. Hemen silaha sarılıp doğruldum. Elini omuzuma koydu, göz kırptı. Parmağıyla tüfeğimin gezine işaret etti ve cebindeki paketten sigara çıkardı. Herhalde içmeyecek, o kadar sıkı tembih etti diye düşünürken sigaranın kağıdından küçük bir parça yırttı. Tükürükledi ve arpacığın üstüne sardı. Anlamıştım, hemen silahımı omuzladım. Bu iş bittikten sonra avlanma şeklimizi anlattı. Domuz tarlaya soldan girerse ilk kendisi atacak, sağdan girerse ben. Domuzu şaşırtmak için ilk atışı dizlerimizin üzerinde doğrularak yapacaktık, ayağa kalkmak yoktu. İki dilsiz gibi konuşarak anlaşmıştık. Tekrar sırtüstü yattım. Şaka değil tek kolla yaşamak, tütün dizmek, sevdiklerini kucaklamak ve silah atmak. İşte bu sonuncuyu her iki kolu sağlam çoğu avcıdan iyi yapardı. Boşa attığı enderdi. Garip bir önsezisi vardı. Domuz var mı, yok mu, nasıl kaçacak, nereden geçecek, sanki malum olurdu Ahmet'e.

Böylece bir saate yakın bekledik durduk. Domuz herhalde başka tarlaya kaydı diye düşünürken ardımızdaki ormanda bir baykuş öttü ve Ahmet'in parmaklarını kolumda hissettim. Sol yanımızı işaret ederek elini ağzına götürdü. Olduğu yere büzüldü. Etrafta çıt çıkmıyordu. Böyle ne kadar geçti bilmiyorum, birden ben de duydum. Taş yuvarlanır gibi bir ses gelmişti kulağıma. Ahmet yüzünü benden yana çevirdi. Gülümsüyordu. Geliyor bey, sıkı dur demek istediğini anlamıştım. Bir çıtırtı daha, bu kez yakından. Soluk almaktan çekiniyordum. Durgun havada soluk alırken, burnundan solu derdi Ahmet, bu hayvan insanın ağız kokusunu bile alır. Domuz arpaya dalmadan önce etrafı kolluyor olmalıydı. Sabırla bekliyorduk. Caner bir ara doğrulacak gibi oldu. Ahmet omuzundan yakalayarak hemen aşağı bastırdı. Çatırtılar, şaldırtılar çoğalmıştı. Sesler bazen uzaklaşıyor, bazen çok yakınımıza geliyordu. Birden solumuzda bir hışırtı oldu. Önümdeki arpa başaklarını siper alarak başımı ileri doğru uzattım. Domuz karşımdaydı. On beş metre kadar solumda, sarı arpaların arasında kocaman kara bir leke gibi dikilmişti. Kımıldamadan o yöne tüfek çevirmem imkansızdı. Oysa Çolak mavzere yatmıştı bile.

Silah sesi gecenin sessizliğini bir anda yırttı. Karaltı yok olmuştu ama tarlanın içinde bir kargaşalıktır gidiyordu. Başaklar kabarmış bir deniz gibi dalgalanıyor, sağa sola yalpa vuruyordu. Domuz yaralanmıştı. Derhal yerimizden fırladık. Ahmet ‘‘Sokulmayın, sallar ha!’’ diye bağırıyor, Caner el feneriyle başakların sallantısını yakalamaya çalışıyordu. Olanları namlunun ucundan izliyordum. Bir ara fenerin ışığında karaltıyı farkettim ve tetiğe dokundum. Koca gövde büyük bir şaldırtıyla devrildi. Bu kez ayağa kalkamadı. Yattığı yerden daireler çizerek debeleniyor, tekrar doğrulmaya çalışıyordu. İkinci kurşunumu kafasından yedi ve başı toprağa düştü.

Çolak kasketini yere fırlattı. ‘‘Öf be, amma azılı ha!’’ diyerek alnından süzülen terleri sildi. Silahımı domuzun üzerine yatırıp yanına vardım. Sarıldık, öpüştük.

- Kısmete bak Ehmat, kısmete! Eceli bizdenmiş azılının.

- Manzara yaptık bey! Ne manzara! Ne manzara!

Silah sesleri uzakta-yakında ne kadar köpek varsa ayaklandırmıştı. Günlerdir arpayı perişan eden azılının ölüm haberi sanki köpek ulumalarıyla tarladan tarlaya ulaşıyordu.

False