Alaska'da vahşi yolculuk
Siz Alaska'nın, Amerika'nın bir eyaleti olduğuna bakmayın. Orası,eldeğmemiş, ıssız, vahşi, soğuk bir kara parçası.. Vahşi yolculuğa, 4 metre uzunluğundaki bir kayıkla, Susitma Nehri'nde başladım ve tam 12 saat sonra, balta girmemiş ormanların içine girdim.. Yazı yeri kısıtlı olduğu için macera ikiye bölündü.. Bu hafta nehir kısmı, haftaya bakalım neler olacak?..
Eşyaları kayığa koyarken Mike damdan düşer gibi, 'yolumuz 11-12 saat sürer' demişti.. Biraz duraklamış ama bir şey söylememiştim. Sadece, 'keşke daha önce söyleseydi' diye içimden geçirmiştim.. Bu yolculuğun bu kadar uzun süreceğini bilseydim, gitmemek için mutlaka bir bahane uydururdum.
Mike, Alaska'da tanıdığım bir köpek yetiştiricisi idi.. Bir barda tanışmıştık.. Kadehler tükendikçe dostluğumuz artmış, yaşam öykülerimizi paylaşmaya başlamıştık.. Ben gazetecilik anılarımı anlatıyordum, o ise şampiyon köpeklerini.. Her yıl Anchorage kentinden başlayıp, Bering Boğazının güneyindeki None kentinde sona eren, 1800 kilometrelik zorlu yarışı, bu yıl kendi köpeklerinin kazanacağını söylüyordu.
İlgisizliğim onu hırslandırmıştı.. Köpeklerini illaki bana göstermek istiyordu.. Benim de canıma minnetti.. Bu uzak ülkeyi köşe bucak görmek için bulunmaz bir fırsattı.. İki gün sonra verdiği adreste buluşacak, Alaska'nın Yukon'dan sonraki en uzun ve en vahşi nehri Susitma'nın sularına binip, Mike'ın çiftliğine gidecektik..
Dört metre uzunluğundaki aliminyum kayığa, fotoğraf makinesi dolu çantalarımı yerleştirirken biraz pişmanlık, biraz ürküntü biraz da heyecan duyuyordum. Kayığın kıçında küçük bir motor takılıydı. Bazen göl kadar çırpıntısız, bazen bir çavlandan dökülen su kadar azgınlaşan Susitma'yı bu motorun yardımıyla aşacaktık.
SUSKUN YOLCULUK
Sabahın erken saatleri olmasına rağmen başlangıçta üşümemiştim.. Ama ormanların içine doğru girince, zirvelerdeki karları, yüzyıllık buzulları yalayıp gelen rüzgar, göğsümden soğuk soğuk itmeye başlayınca, gocuğumu da giymek zorunda kalmıştım.. Altta kalınca bir kazak, onun üstünde bir fotoğrafçı yeleği, en üstte de rüzgar geçirmeyen bir gocuk. Ve başımda kulaklarıma kadar indirdiğim bir kasket. Bu kat kat giysiler yüzünden hareket yeteneğimi yitirmiştim. Düz dipli, dengesiz kayığın devrilmemesi için dua etmekten başka çarem kalmamıştı.
Mike ile birşey konuşmuyorduk. Konuşsak da ağzımızdan dökülen sözcükler, motorun gürültüsünden kaçarcasına, rüzgarın kanatlarına binip, kulaklarımızdan uzaklaşıyorlardı. Ortada sözcük kalmayınca da anlaşamıyorduk..
Yolculuğun ilk saatlerinde hayran hayran seyrettiğim doğa, giderek monotonlaşmıştı. Sessiz ormanlar, nehrin sularında sürüklenen yaşlı ağaçlar, garip sesler çıkaran küçük kuşlar.. Arada bir, gökyüzünde hiç kanat çırpmadan süzülen, beyaz boyunlu kahverengi kartalları görünce heyecanlanıyordum.. İnsansız toprakların üstünde, acelesiz, sessiz, gururlu, öylesine uçuşup duruyorlardı..
AYILAR DA OLMASA
Bazen de çerçeveye, nehirden su içmeye gelen kahverengi, siyah ayılar giriyordu.. Mike, daha iyi fotoğraf çekmemi sağlamak için kayığın ucunu onlara doğru çevirince, ürküp, koca vücutlarını, kalın bacaklarının üstünde zıplata zıplata ormana doğru kaçıyorlardı..
Kartallar ve ayılar gözden kaybolunca yolculuk yeniden monotonlaşıyordu. Dört metrelik kayıkta vakit geçirmek için çeşitli uğraşlara başlıyordum.. Ya çantamda kaç tane film kaldığını sayıyor, ya objektiflerimi bir kez daha temizliyor, ya da artık her kıvrımına kadar ezberlediğim haritayı açıp, gideceğimiz yolları yeniden inceliyordum..
Saate o kadar sık bakıyordum ki.. 60 saniyenin çok uzun bir süre olduğunu işte bu yolculukta keşfetmiştim. Yelkovanın bir dakikadan, diğer dakikanın üstüne sıçraması saatler alıyordu sanki.. Vakit geçirmek için bir takım oyunlar da icat etmiştim: '60'a kadar sayıncar bir kartal göreceğim.. Şu dirsekten sonra karşımıza ayı çıkacak..'
Bazen Mike'ın düşüncelerine aklımı takıyordum.. O ne düşünüyor olabilirdi ki?.. Köpeklerini, zorlu yarışı, yeni evlendiği karısını, ilk evliliğinden olan çocuğunu.. Yaşamı konusunda pek bir şey bilmediğim için, kafasından geçenler hakkında da fazla yaratıcı olamıyordum..
ALASKALI ROBİNSON
Nehire açılışımızın beşinci saatine doğru, benzin almak için bir kumsala yanaşmıştık. Karaya çıktığımda, ilk adımları atmakta zorlanmıştım.. Bizi ilk karşılayan, üç tane irice köpek olmuştu. Koşturarak yanımıza gelmişler, bizi tepeden tırnağa kokladıktan sonra, nedense dost olduğumuza karar vermişlerdi..
Elimde bidonlar, yanımızda köpeklerle ağaçların arasındaki kulübeye doğru yürürken, bu sefer kumsalda üç tane çocuk belirmiş, ardından da kucağında bir bebekle evin sahibi görünmüştü. Geniş kenarlı şapkası, uzamış sakalları, kirli fanilası ve yırtık bluejean'i ile filimlerden fırlamış gibi bir hali vardı.. Ergenliğe yeni adımını atmış bir çocuk bidonları elimizden alınca, Mike beni evsahibi ile tanıştırmıştı.. Adama çok ilginç gelmiştim.. Dünyanın bir ucundan, buralara gelmeme pek anlam verememişti.. Ona göre bu ülkede görülecek ve yazılacak pek bir şey yoktu.
Ev üç katlıydı.. Birinci katında derme çatma bir bar, bir kaç kirli masa, duvarlarda oltaların ucundaki çeşitli büyüklükteki balıkları gösteren fotoğraflar, çeşitli ülkelerin kağıt paralarının raptiyelendiği bir pano ve köşede de bir telsiz duruyordu.. Ev sahibi bu telsizin, modern dünya ile tek bağlantıları olduğunu söylemişti..
SOMON BALIĞI
Beş saat yolculuktan sonra içtiğim soğuk bira canlandırmıştı beni. Biraz sonra çocuklardan biri, bir tabak dolusu somon füme getirmişti.. Yemekte tereddüt ettiğimi gören ev sahibi, 'Bunu kaçırma.. Kral Somon bu.. Ben tuttum.. Bahçedeki kulübede tütsüledik..' diyerek, koca bir parçayı tabağıma koymuştu.. Önce biraz ucundan koparmış, ikinci lokmayı daha büyükçe almış, üçüncüden sonra kendimi tutamamıştım.. Böylesine lezzetle ilk kez karşılaşıyordum.. Kırmızıya çalan turuncu renkli et, çam ağacının dumanında anlatılamaz bir tada bürünmüştü.. Ortaya konan tabağın içindeki balıkların neredeyse tümünü ben yemiştim..
Yemekten sonra hararetli bir somon tartışması başlamıştı. Bu aylarda Alaska'da zaten bu balıktan başka birşey konuşulmaz oluyordu.. Yarışmalar düzenleniyor, en büyük Somon'u yakalayana yüklü ödüller veriliyordu. Nehirler, somon peşinde koşan balıkçılardan geçilmiyordu.. Kalkarken ev sahibine para koleksiyonuna koyması için bir milyon lira uzatmıştım.. Parayı şaşkın bakışlarıyla inceleyen adam, 'bu çok para alamam' diye itiraz etmiş, onun karşılığı ile burada bir şişe kolayı bile zar zor içeceğimi söyleyince inanmak istememişti.. Sonunda ikna olup, imzaladığım parayı panosuna asmıştı.. Geçenlerde yeni çıkan 10 milyon lirayı incelerken aklıma bu uzak diyardaki benzinci gelmişti.. Acaba bu parayı görse ne derdi?..
DURGUN SULAR
Vedalaştıktan sonra tekrar yola koyulmuştuk.. Sağ tarafta Talkeetna Dağı'nın zirveleri görülüyordu.. Sol tarafta ise uzaklarda, bütün haşmetiyle Mc Kinley yükseliyordu. Kuzey Amerika'nın en yüksek dağı olmanın verdiği gururla, tüm kıtaya tepelerden bakıyordu.. Her daim beyaz olan zirvesinin etrafını, pembe-mor arası bulutlarla süslemişti.. Erişilmez, sessiz ve çekici idi.. Gördüğüm zirveler nedense hep yalnızlığı çağrıştırıyordu bana.. Aslında tüm Alaska'da bu çağrışım vardı.. Tundralarda, taygalarda, uçsuz bucaksız ovalarda, Yukon Nehri'nin üstündeki bulutlarda, Susitma'da süzülün kartallarda.. Koca ülkede sanki mutlak bir sessizlik, yalnızlık hüküm sürüyordu.
Yukarılara çıktıkça durgun sular çırpınmaya başlamıştı. Mike, kucağıma bir can yeleği atınca yolculuğun zor etabına geldiğimizi anlamıştım... Küçük çırpıntılar, dalgalara dönüşmüş, kayığın ilerlemesini zorlaştırmıştı.. Mike, 'tutun' diye bağırınca, bir yandan kenardaki halatlara vargücümle asılıyor, bir yandan da kayığın dibindeki çantalarımın ıslanmaması için dua ediyordum.. Biraz önceki monotonluğun getirdiği miskinlik, yerini can korkusuna bırakmıştı.
VE BÜYÜK SÜRPRİZ
Akıntı ve dalgalarla mücadele yaklaşık bir saat sürmüştü. Üstümdeki herşey sırılsıklam olmuştu. Islak giysilerime vuran rüzgar yüzünden iliklerime kadar üşümeye başlamıştım. Mike, 'işte geldik..' diye uzaktaki bir yeri işaret edince saatime bakmış, yolculuğun tamı tamına 12 saat 15 dakika sürdüğünü görmüştüm.. Yolculuğun sona ermesi içimi biraz ısıtır gibi olmuştu.. O sırada dönüş yolculuğunu düşünmek bile istemiyordum. Aradan geçecek bir kaç günün, bu zorlu geziyi unutturacağına inanıyordum..
Kayığı, nehire doğru uzanmış bir ağaç dalına bağlarken, Mike'ın söylediklerini duyunca, başımdan aşağı bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldu!..
Bu haftalık bu kadar.. Yersizlikten yolculuğun ikinci bölümünü haftaya anlatacağım.. Bakalım Alaska'nın vahşi ormanlarında başıma neler gelecek?...
Yolculuk boyu çevredeki monoton görüntüyü zaman zaman çerçeveye giren dağların zirveleri bozuyor. Bunlardan biri de karlarla kaplı Talkeetna Dağı.