Pınar ve Hiko 25 yıldır hem kavga eder, hem de gül gibi geçinir gider

Bir arkadaşım, ona Zındık derdi, allame-i-cihandı ve bilmeden konuşanlara katlanamazdı. Tanımadığı birileriyle bir araya gelince diğerlerini şöyle bir süzer ve kimin ne olduğunu şıp diye anlardı.Köftiden solcu mu? Canhıraş ulusçu mu? Memleket elden gidiyorcu mu, ağır Freud’cu mu; bize beklemek kalırdı. Gecenin bir saatinde patlayacağını bilirdik. Patlama dediysem, bağırıp çağırdığını görmedim. Tepkileri karşısındakinin bilgi birikimine göre değişirdi. En masum haliyle tek bir soru sorduğu da olurdu, ‘Ona öyle demezler’ diyerek, artık konu ne ise o konu hakkında pek az kişinin bildiği bir şeyi anlattığı da. Laf ebelerini sarakaya aldığı da... Bir gece hiç unutmam, o aralar feminist olmaya karar vermiş ama birlikte çalıştığı bütün hemcinsleri ile kavga etmeyi becermiş, üstelik gece boyunca onların ne kadar cahil olduğunu anlatmış birine kadınların neden ortaklık yapamadıklarını sormuştu. Gene öyle, en saf haliyle. ‘Yapamazlar da ne demek’ diye celallenen, ama hırsından uzun yıllar uyumlu çalışan birilerini bulup söyleyemeyen kızcağıza acımış, var demiştim. Bir iki isim de vermiştim. Pınar (Hakim) ile Hiko (Hikmet Nizamoğlu) o gece saydıklarım arasında değildi. Onları henüz tanımıyordum. Tanısaydım bile herhalde adlarını veremezdim. O zamanlar, 25 yıl boyunca durmadan kavga edeceklerini ve gül gibi geçinip gideceklerini nereden bileyim? Birbirlerine zerre kadar benzemezler. Ama uyumlu bir ortaklık için elzem bir zıtlık değildir bu. Biri konuşkan, diğeri suskun; biri cevval, diğeri temkinli olsa neyse...Dışarıdan bakıldığında aynı odada bulunmaları bile sakıncalı görülebilir. İkisi de kor, ikisi de alevdir. Sık parlarlar. Yanıp, yakarlar. Zeyrektirler. Leb demeden -leblebiyi geçiniz- mercimekten nohuda, bir çırpıda bütün baklagilleri anlarlar. İkisi de zevklidir. İkisinin de aklı paraya erer. İkisi de çalışkandır. Ortak arkadaşları vardır, şudur, budur. Ama gel gör ki birinin ak dediğine diğeri kara der. Ve dediğinde ısrar eder. Tartışırlar, kavga ederler ve kopma noktasında herkesi şaşırtıp anlaşıverirler. Yanlış anlaşılmasın; ne biri ne diğeri dediğinden döner. Akından, karasından vazgeçer. Ama ikisi de grinin nimetini bilir. Zaten ahenk dediğimiz bu değil midir? Hayatları da, o hayatı yaşayışları da farklıdır. Duruşları da. Yolları gençliklerinde kesişmiş. Üniversitede. Biri Arkeoloji diğeri Sanat Tarihi okurken. Sonra, konuştukça, çocukluklarında da aynı mahallenin farklı sokaklarında oynadıklarını, aynı insanları farklı zamanlarda tanıdıklarını, benzer serüvenleri farklı yaşadıklarını keşfetmişler. Okul bitince, hayat serilince, bir iş kurmanın zamanı gelince birlikte çalışmaya karar vermişler. Araya giren kısa bir intıka dışında da hálá birlikteler. Üniversitede kariyer yapmanın dışında fazla seçenek sunmayan Arkeoloji ve Sanat Tarihi gibi dallarda okumuş oldukları için mi antikacı olmaya karar verdiler, yoksa bambaşka bir şey okusalardı gene de antikacı mı olurlardı bilmiyorum. Bence ikincisi. Nasıl antikacı olunur? Önce antikadan anlayacaksın, sonra mal bulacaksın. Bir de o malları satmak için dükkan açacaksın. Onlar da öyle yapmışlar. Yola çıkıp, mal toplamışlar. Anadolu’ya gidilmiş, İstanbul talan edilmiş. Sıra dükkan açmaya gelince de yer olarak Çukurcuma seçilmiş. Bugün böyle bir işe kalkışacak birinin Çukurcuma’yı gözüne kestirmesinden doğal bir şey yok. Ama o zamanlar öyle miydi? Gerçekten de Çukurcuma şimdi olduğu gibi afili bir semt değildi. Hamamla bakkal arasına sıkışmış bir-iki eskici dükkanı, bir-iki tamirci, inmesi de çıkması da insanı yoran dik yokuşun çevresine dizili sobalı evleriyle küçük bir mahalle. Yağmur yağmaya görsün bodrumları su basar, kışın soğuktan, yazın sıcaktan durulmaz olurdu. Karanlık çökünce de tekinsiz. Gidersek, öğlen saatlerinde gider, eskicileri son hızla turlayıp yine Taksim’e dönerdik. Sakallı Ahmet, bir iki şalvar potur, mermer kurnalarla, ferforje balkon korkuluklarını kaldırıma serip satmaya ve ekmek parası çıkarmaya çalışan bir iki gezgin satıcı. Hepsi bu. İlk dükkanlarını işte o yokuşun bitiminde açtılar. Ve sonraları daha büyük dükkanlara taşınıp daha cakalı semtlere gitseler de Çukurcuma’ya hep sadık kaldılar. Onlarla tanışmam o yıllara rastlar. Yirmi küsur yıl olmuş. BİR BAKTIM ASMA KATTA OTURUYORLARYılbaşı öncesi, Nişantaşı Atiye Sokak’taki dükkanlarının önünden geçerken, ikisini de asma katta otururken gördüm. Sık rastlanır hal değil. Genellikle biri bir yerde ise, öbürü başka yerdedir. Girdim. İki hoş beş, acelem de var, kalamadım ama bir akşam yemeği sözü kopardım. Onlar seçecek, ben gideceğim. Salı akşamı MK 19’da buluştuk. MK 19, Mim Kemal Öke Caddesi 19 numarada, Sinan Akşin ve Şemsa Denizer’in birlikte açtıkları yeni lokanta. Eski Kulis’in olduğu yerde. Sonraları Cafe de Paris, Au Bar gibi değişik adlar altında değişik insanlar tarafından açıldı ama benim için hep George’un yeri olarak kaldı. Müdavimlerinin değişik hesap ödeme yöntemleri vardı. O yüzden duvarlarında resim asacak yer kalmamıştı. Başkası olsa söylenir. Ama George aldırmaz, bütün yıl içip bir gün ödeyeceğini söyleyerek deftere yazdıranların faturalarını her yılbaşı keyifle yakardı. Bu işten kim kazançlı çıktı hiç bilemedim. Ama galiba, George battı. İşte şimdi orada, MK 19 var. Şemsa’yı bilenler bilir. Bir süre basında da çalıştı. Ama sonra en sevdiği işe, yemek yapmaya başladı. Kantin’i, Nişantaşı’nda çalışanların öğle vakti doğru dürüst yemek yiyebilecekleri bir yer olmadığını düşündüğü için açtı. Ve salata yemek istemeyen, esnaf lokantalarından da bıkmış insanlara nefis yemekler yaptı. Mutfaktan çıkmazdı. Burada da çıkmıyor. Gittiğimde Pınar ve Hikmet henüz gelmemişti. Bara geçtim ve Şemsa’yı sordum. Mutfaktaymış, geldi. Kantin’i kapatmamış. Öğlen orada, akşam buradaymış. Mönü biraz farklı, dedi. Ama gene, Türk mutfağı... Çorbalar, tencere yemekleri, hamur işleri var. Salı gecesi olmasına rağmen kalabalıktı. İnsanlar, belli, birbirlerini görmeye değil, doğru dürüst yemek yemeğe gelmiş. Ben peyniraş yedim. Peyniraş, lor peyniri, karamelize soğan ve maydanozla doldurulmuş ravioli. Nefisti. Varak ayaklı kocaman abajurlar, yeşil bitkiler, beyaz örtüler. Şık, ferah. Dekorasyona Hikmet ile Pınar’ın eli değmiş gibi. Ya da bana öyle geldi. Ve makul fiyatlar. Üç kişi yedik içtik, 169 YTL ödedik. Lafımız elbette bitmedi, gelecek hafta için de sözleştik.ARAYIP BULDULAR PARAM MI YOK VERDİLERHem müşterileri hem arkadaşları oldum. Birlikte çok zaman geçirdik. Sıkı pazarlıklar ettik. Anlaşsak da anlaşamasak da dert etmedik. Antikacılığın olmazsa olmazı, ser verip sır vermemek, ustaların adresini gizlemek, gittiğin fuarları, gezdiğin şehirleri, tanıdığın çerçileri ölsen de söylememek bizim için geçerli değildi. Arayıp bulamadığım bir şey mi var. Buldular. Param mı yok, verdiler. Adres mi bilmiyorum, gösterdiler. İki elim kanda mı, yardım ettiler. Elbette, tersi de geçerli.
Yazarın Tüm Yazıları