İyi mimarların hemen hepsi aynı zamanda iyi bir başka şeydirler

‘Sen asıl mimarlardan kork...’

Rahmetli Hüsnü Göksel, kendisine atıf yaparak tanıdığım en sıkı entelektüellerin doktorlar arasından çıktığını söylediğimde gülerek bakmış aynen böyle demişti: ‘Sen asıl mimarlardan kork!..’ Haklıymış... Korkulacaksa mimarlardan korkulmalıymış!

Neden bilmem, gerçekten de meslek olarak mimariyi seçenler güzel sanatların en az bir dalını meslekleri kadar iyi bilirler. Birini demem de lafın gelişi. Aralarında sıkı bir müzisyen kadar iyi çalan, kalem oynattığında değme yazarlara taş çıkartan, resme durduğunda kendine özgü bir anlatım yakalayan az buz mimar yoktur. Mimari alanda yaratıcılıklarının kimi zaman ekonomik nedenlerle, kimi zaman müşteri kaprisleriyle kısıtlanması nedeniyle mi yoksa mimarlık tanımı gereği diğer bütün dalları da kapsadığından mı neden bilinmez, iyi mimarların hemen hepsi aynı zamanda iyi bir başka şeydirler de. İyi bir cazcı, iyi bir heykeltıraş, iyi bir fotoğrafçı...

Alçakgönüllü davranıp bu ikinci ilgi alanlarını su yüzüne çıkarmayanlarının bile ne denli donanımlı olduğu kısa bir sohbet sonunda ortaya çıkar. Genel kültürlerinin yanı sıra sıkı bir özel kültürleri ve onun da yanı sıra onları farklı kılan sıkı bir yaşama kültürleri vardır. Giyimleri, kullandıkları nesneler, seçtikleri, yedikleri, yolculukları, çevreleri kısaca gündelik hayatlarını sarmalayan her şey damıtılmış bir yaşama kültürünün göstergesidir. Peki bütün mimarlar böyle midir? Hayır. Ama iyi mimarların yüzde doksanı, evet.

Oğuz Öztuzcu da iyi bir mimar. Ve iyi bir fotoğrafçı. Eğitimini, onun üzerinde derin etkiler bıraktığını söylediği Robert Kolej ve ardından da ODTÜ’de yaptığını; üniversite bitince aldığı iş teklifinden ötürü soluğu Stockholm’de aldığını, 70’li ve 80’li yılları kuzeyin bu soğuk ve uygar kentinde geçirdiğini; anlatırken sesine sinen kıvançtan çıkardığım kadarı ile, zor olanı başarıp kendi işini kurduğunu ve oranın en güzel binalarından birinde ofis açtığını biliyorum. Şehrin önde gelen aydınlarıyla kurduğu dostluklardan feyz aldığını ve doğduğu ülkeye hiç mi hiç benzemeyen bu topraklardan mesleki alanda beslendiğini de.

PROJE İÇİN BODRUM’A TAŞINMIŞ

Sonra bir gün her şeyi ardında bırakıp dönmüş. Bu kararda gurbette yaşlanmak istememe duygusu mu ağır basmış yoksa daha yolun başında iken sevgili İlhan Koman’ın kulağına fısıldadığı ‘Buralarda kalma, tıkanırsın’ lafı mı, o da tam bilmiyor. Bildiği, tası tarağı toplayıp yeniden başlamak üzere İstanbul’a döndüğü. Ve bu karardan ötürü pişmanlık duymadığı.

Geldikten sonra Arnavutköy’e yerleşmiş. Ve elbette yığınla proje gerçekleştirmiş. Mesela yakından bildiğim Bodrum Hebil Koyu’ndaki Kaya Evleri’ni. Bundan 10 sene önce biz gene bakir bir alan talan edilecek, doğa katledilecek diye endişelenirken ortaya Bodrum geleneksel mimarisinden esinlenmiş dolayısıyla göze batmayan, doğanın içinde kaybolan on tane şahane ev çıktı. Çevre düzenlemesi, plajı, duvarları yalayan zeytin dalları ile ödül alsa yeridir.

Projeyi çizmekle kalmamış, uygulamayı başkalarına bırakmaya içi elvermediği ve inşaatı yerinde denetlemek gerektiğine inandığı için de diğer işlerini askıya alıp Bodrum’a taşınmış. İnşaatın sürdüğü o iki yıl boyunca Bodrum’da neler yaptığını konuşurken, şantiyeden çıktıktan sonra İsveç’ten tanıdığı ve bir süredir Bodrum’da yaşayan bir müzisyen arkadaşından bateri dersleri aldığını söyledi. Demedim mi mimarlardan korkacaksın diye!

KAÇIRDIĞIMIZ ANLARIN FOTOĞRAFLARI

Ama asıl anlatmak istediğim Oğuz’un fotoğrafları. Elime kitabı aldığım an beni çarpan fotoğrafları.

Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım... Sanırım bu fotoğrafları en kısa yoldan tanımlamak için ‘Fotoğrafa benzemeyen fotoğraflar’ demek gerek. Onlara bakınca fotoğraf olduklarını algılamakta güçlük çekiyor, çarpıcı renk kompozisyonları olan tablolarla karşı karşıya durduğunuz izlenimine kapılıyorsunuz. Dünyanın çeşitli yerlerinde çekildikleri belirtilen ama bakanın nerede çekildiğini anlayamayacağı fotoğraflar bunlar. Zaten sanatçının derdi de bize hayattan enstantaneler sunmaktan çok, zamanın hızlı akışı içerisinde görmeye fırsat bulamadığımız ayrıntıları göstermek.

Gerçekten de Oğuz’un fotoğrafları, ayrıntıdan yola çıkan, fluluğunu hareketten değil, mesafe ayarı ve kamera hakimiyetinden alan fotoğraflar.

Sydney’de kırmızı çantası ile duran bir kadın, Taksim meydanında dikilen iki kopil, Machu Picchu trenindeki yolcular... Hepsi ama hepsi çekildikleri ana hapsolmuş, netliklerini yitirdikleri için gerçek dışı gibi algılanmaya açık, öylece duruyorlar.

Oğuz, kitabının önsözünde bu yöntemi bilinçli olarak seçtiğini söyledikten sonra modern hayatın hızının bizi makro ölçekte bakmaya ittiğini, çevremizi sürekli netlik ayarı keskin olarak algıladığımızı bu yüzden de ayrıntılardaki güzelliği kaçırdığımızı söylüyor. Doğru diyor...

Bu yüzden de çektiği fotoğraflar gündelik hay huyun içinde vaktimiz olmadığı için ince şeyleri yaşayamayan ve ayrıntıları algılayamayan bizlere çok ama çok iyi geliyor.

Yolunuz Tünel’e düşerse ve Odakule civarına gidersiniz, sergisine uğrayıp soluklanın derim.

Durun ve kaçırdıklarınıza bakın.

ENERJİSİ HİÇ BİTMEYEN KADIN ECE

Oğuz ve Nedim ile Ece’de buluştuk. Bizim Ece’de. Kuruçeşme’deki Ece’de. Yıllarca en siyah geceleri geçirdiğimiz, en buğulu içkileri içtiğimiz, en koyu kahvelerle ayıldığımız Ece’de. Otların adını, peynirin tadını, yağın hasını öğrendiğimiz Ece’de... Gittiğimde diğerleri henüz gelmemişti. Ece de her zamanki gibi mutfakta. Biraz sonra yanıma geldi, konuşmaya başladık. Gemlikten yeni dönmüş. Oranın pazarından küçük sarı domatesler, kırma zeytin, dağ çiçekleri getirmiş. Pazar gezmesi için üşenmeyip Antakya’ya kadar gidivermesi şaşılası bir şey değil. Şaşılası olan, yirmi yıl sonra bile bunca yorgunluktan, uğraştan, didişmeden sonra hálá işin başında olması, hálá pazar pazar dolaşıp, her gece barın arkasına geçip arkadaşlarını ağırlaması. Konuşurken, bu yıl programda küçük değişiklikler yaptığını söyledi. Aynalı’da Balık Ayhan ve arkadaşları çalacakmış. Üst katta da genç, yetenekli iki gitarist var. O gece Nedim’in havaya girip en bariton sesiyle eşlik etmesinden gocunmadıkları gibi, coştukça coştular. İkisi de çok iyi.

Yemeklere gelince... Yemekler, Ece yemekleri. Yeşil domates dolması yemeyeli bin yıl olmuş gibi geldi. Eline sağlık Ece. İyi ki varsın. Sende bu heyecan oldukça, sen bir yirmi yıl daha bize unuttuğumuz yemekleri yaparsın!

Oğuz Öztunç fotoraf sergisi, 25 Ekim-19 Kasım, Odakule Sanat Galerisi, İstiklal Caddesi No:286 Beyoğlu. Tel: 0212 251 63 31.
Yazarın Tüm Yazıları