Yeşil Başlıklı Kırmızı Saçlı Kız

Arabanın içinde müzik dinleyip güleş oynaş, bir gün batımında, daha da sevinçli gülücüklere doğru ilerlemekteyiz.

Yüreğim sevgiden iyice kabarmış, Boğaz da turkuvaz rengine çalmış. Yine içimden dedim ki: ‘Yahu, ölmeyeceğimi bilsem, coşkudan bir koşu şu köprüden atlayıp, biraz yüzüp, biraz dipten gidip kıyıda bizimkilerle buluşabilirim.’

Hayat ne acayip.

Bu benim şu hayatta en sevdiğim değilse de en sık kurduğum cümle olsa gerek: Hayat, çok acayip.

Kura kura eskitemedim şu, esasında kendisi hiç de acayip olmayan, klişe makamından çalan cümleyi.

Ha bire malûmu ilam eder gibi: Hayat, hakikaten çok acayip.

Geçtiğimiz hafta, öyle böyle değil, çok önemli bir işim vardı.

Ruhumun bir yarısı, ciğerimin paresi, sıkıdostum, candostum, endostum İzmir’den geldi. Ailesini ailem addettiğim...

Ayrıca kendisi de dostum olan annesi, o, ben, arabaya atlamışız, kardeşini asker ocağında ziyarete gittik. O kardeş ki, dediğim gibi, benim de biraderimdir.

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken, trafiğe takıldık. Şimdi tabii İstanbul’da herhangi bir Boğaz köprüsünde trafiğe takılmanın acayip bir yanı yok.

Gelin görün ki İstanbul’un insanın göz pınarlarını dolduran güzelliğine bakarken his budalası olmuşum, aptal saptal daldım gittim...

Neleri neleri atlatmış olduğumuzu düşünüyorum. Az buz da değil hani... Üzerimizden silindir gibi geçmiş seneler var; acılar, ayrılıklar, ölümler, hastalıklar, kayıplar, dönüşsüz sanılan nice kanlı kavgalar...

Travma üstü travma üstü travma üstü travmalar...

İçimden, ‘Ve işte, bak şimdi burdayız’ dedim. ‘Hayat,’ dedim, ‘ne acayip...’

Bizim Küçük Adam, büyümüş de patronlar olmuş da askerler olmuş da terhis olunca evlenecekmiş de kocalar da olacakmış da...

Kezzap gibi ruhumuzu deldi geçti nice vak’a. Peş peşe geldi; çok hunhar geldi... Ama işte, biz arabanın içinde müzik dinleyip güleş oynaş, bir gün batımında, daha da sevinçli gülücüklere doğru ilerlemekteyiz...

Yüreğim sevgiden iyice kabarmış, Boğaz da turkuvaz rengine çalmış.

Yine içimden dedim ki: ‘Yahu, ölmeyeceğimi bilsem, coşkudan bir koşu şu köprüden atlayıp, biraz yüzüp, biraz dipten gidip kıyıda bizimkilerle buluşabilirim.’

HAYAT BAZEN ESPRİDEN ANLAMIYOR

Tam o sırada, köprüdeki adamı gördük. Çarşamba günü gazetenin üçüncü sayfa haberlerinden biriydi. İki aylık karısı kendisini terk etti diye köprüye çıkan ve üç saat boyunca polisi, karım da karım diye oyalayan sabıkalı şahıs!

Meğer trafik o saatte ondan o kadar tıkalıymış.

Hayat, dedim, çok acayip... Ve bazen espriden hiç anlamıyor!

Sık muhatabı olduğunuz bir soru mudur?: Korkmuyor musun? Hiç mi korkmuyorsun?

Ben bazı bazı olurum. Cüneyt Arkın filan olduğumdan değil de, işte ne bileyim, kimi insanlardan biraz daha korunmasız, sakınmasız, aslına bakarsanız şuursuz yaşadığımdan.

Kafa göz vura yara yol aldığımdan... Bazen beláyı bas bas bağırarak çağırdığımdan... Hiç mi korkmazmışım?

Ne münasebet canım, niye korkmayacak mışım? Aptal mıyım, korkuyorum elbet. Sadece şu var ki, korkunun kendisinden çok daha fazla korkuyorum.

Korkunun ecele faydası yok zira, ama Mine Çayıroğlu’nun Mete Özgencil’in sözleriyle ifade ettiği üzre: Korkma... Korku ruhu yer!

BENİM ŞAHSİ FAVORİM KORKMA

E, artık sevgi böcüğü hezeyanları da bir yere kadar! Bu yazının bir yerlerinden bir şarkı ve bir klip geçmesi gerekiyor!

Mine Çayıroğlu’nun Zümrüt Gibi albümünden klibi çekilen ikinci şarkı olan Korkma, benim albümdeki şahsi favorim.

‘Korku ruhu yer’ cümlesini, mümkün olsa, memleketin derelerine teperelerine neonlarla yazdırmak isterim.

Zaten baştan sona bir Mete Özgencil albümü olan Zümrüt Gibi’nin klipleri de Mete Özgencil’in çekiyor olmasının garipsenecek bir yanı yok tabii...

Ormanlık bir yerde, zengin bilgisayar efekti marifetiyle çekilmiş olan klip, ben diyeyim Sleepy Hollow’dan esintiler taşıyor, siz deyin...

Klip için özellikle kızıla boyattığı saçlarıyla ve zümrüt yeşili kıyafetleriyle çok güzel bir kadına dönüşmüş olan ama öldür Allah kimseleri artık büyüdüğüne inandıramayan Mine Çayıroğlu’nun üzerine yapışmış yafta göz önünde bulundurulunca...

Siz deyin, Kırmızı Başlıklı, pardon, Yeşil Başlıklı Kırmızı Saçlı Kız...

Ve şarkı güzel. Şarkı, özellikle manidar bulduğumdan bana mı öyle geliyor bilemeyeceğim ama çok güzel:

‘Dünyanın ucundaki mağrur bir fener gibi durma / Arsız bir hüzün gibi, hoyrat bir kader gibi yıkma / Elbet zor diner acı, elbette kalır izi / Korkma / Böyle serpilir ruhum, öyle zenginim sorma / KORKMA / KORKU RUHU YER / Gönül durmaz koşmak ister, yolcular zevk almak ister / Ne demişler gündüz gece / Varmak zaten bir nefeste / Bilirim, hem de nasıl zordur bilirim / Bir ağacın altında, yağmurda ağlarken bulduğun birinden ayrılmak...’

Yağmurlu bir kasfetli bir orman... Doğanın her tonundan, ayrılık ve yalnızlık...

Kapişonlu peleriniyle ağaçların arasında kaybolmuş gibi görünen bir kadın ve peşi sıra gölge gibi dolanan bir atlı...

Yine de bana soracak olursanız, bir huzur, bir coşku, bir umut...

Deliriyor muyum ne?.. Hayat, acayiplik poligonunda gözbebeğimizin hálet-i ruhiyesiyle atbaşı koşuyor olmalı.

O gün bizim Küçük Adam’ı gördük. Çıkışta, dönüşte, İskele’de balığımızı yedik, rakımızı içtik. Işıldayan karanlık suların üzerinde, mutluluk gemisinin kaptan köşkünde gibiydik.

Hayat çok acayip...

Ve çok zaman unuturuz ama...

Hayat, çok güzel... Bu cümle bir yanıyla böyle de kurulabilir.
Yazarın Tüm Yazıları