Paylaş
Yazar, çevirmen, sinema, caz ve polisiye eleştirmeni, spor yazarı, radyo programcısı… Liste uzayıp gidiyor. Peki kendisi, kendisini en çok ne olarak tanımlıyor? Sevin Okyay, kendi de bu sorunun yanıtını verirken zorlanıyor: “Aslında ben kendime göre ‘edebiyat’ demek isterdim ama ‘çevirmen’de kalacağım galiba. Yoksa ‘gazeteci-yazar’ diyorum. Bir yandan 1995’ten beri aralıksız radyo programcılığı da yapıyorum. İlla ‘Her şeyi yazacağız’ derlerse; ‘O zaman ‘dramaturg’ da yazın bari diyorum. Çünkü Mehmet Atak çevirdiğim bir oyunun dramaturgluğunu da bana yaptırmıştı. Hoş, dramaturg hâlâ ne anlama geliyor tam anlamış değilim (gülüyor)!” Bu kadar çok yönlülük nasıl olmuş? Her şey nasıl başlamış? Okyay, “Tek sebebi var, annem” diyor.
SÖZ HASTASI VE GÜFTE KUŞUYDUM
Biz filmi biraz daha geriye saralım; Sevin Okyay ev hanımı bir anne ile mimar-mühendis bir babanın iki çocuğundan ilki olarak 1942 yılında dünyaya geliyor. Anne tarafı Çerkez kökenli. Anneannesi Osmanlı sarayında bir şehzadenin haremindeymiş. Baba tarafı ise Arnavut kökenli. Annesiyle babası birbirlerini Kadıköy taraflarında buluyorlar. Ancak mutlu evlilik uzun sürmüyor. Okyay henüz 12 yaşındayken ayrılıyorlar. Sevin Hanım, “Annem güzel olan her şeyi severdi. Bir kültür âşığıydı, bizim temelimizi o attı” diye anlatıyor: “Gittiği her yere bizi de götürürdü; bazen caz bazen alaturka bazen klasik müzik konserleri, sinema, tiyatro… O dönemin şarkılarının tüm sözlerini hâlâ hatırlıyorum. Tam bir söz hastası ve güfte kuşuydum.”
NEMEÇEK’E HÂLÂ AĞLARIM
Henüz çok küçük yaştan itibaren hayali ‘meşhur yazar’ olmak. Bunda yine annesinin etkisinin olduğunu anlatıyor: “Daha okula gitmezken annem yatak ucumda bana en az yarım saat kitap okurdu; Oliver Twist, Tom Sawyer, George Washington Carver, Akıllı Kate, Pal Sokağı Çocukları… Pal Sokağı’ndaki Nemeçek’e hâlâ ağlarım! Ortaokul birinci sınıfta ‘aruz’ vezni öğrendik. Hâlâ çok severim, ritmi çok güzeldir. Bulmaca gibi görürüm. Sonra da Divan Edebiyatı’ndaki gazellere vurdum kendimi. Maalesef eski düzyazılar hep sıkıcı yazılmış. Yoksa aslında çok güzeldir.”
SENE 1952 - İlkokul yılları
ŞARTNAMELER BİR ÖMÜR TÖRPÜSÜYDÜ
Arnavutköy Amerikan Lisesi’ni bitirdikten sonra önce kendi kendine Time ve Newsweek dergilerinden çeviriler yapıyor. 21 yaşında evlenince çalışması gerekiyor. Tıbbi malzemeler ithal eden bir yerde çalışmaya başlıyor. Burada kimi zaman şartnameler, kimi zaman kullanma talimatları çeviriyor. Okyay, “Bir ömür törpüsüydü şartname çevirmek” diye gülüyor: “Türkçeleri düzgün olsa sorun olmayacak ama ne demek istediklerini anlamıyorsun; büyük ihtimal kendileri de bilmiyordu!”
SENE 1964 - Kardeşi Sinan ile
GEMİCİ ARGOSU ÇOK ZORLAMIŞTI
İlk kitap çevirisini bu dönemde yapıyor: “Sirkeci’de bir kitapçıda Arto ile Onnik isimli iki arkadaş vardı. Bana ‘Sen çeviri yapmak istemiyor musun?’ dediler. Ben de ‘İstiyorum ama kimseyi tanımıyorum’ dedim. Bana hem aşk romanları hem de mizahı kuvvetli polisiyeler yazan Georgette Heyer’in bir kitabını verdiler. 333 sayfalık bir polisiye kitabında kahramanım Londralı bir hırsız; argo konuşuyor ve 19. yüzyıldayız! Sözlüklerden gemici argolarını toplayıp bir şekilde çevirdim ama bu ilk çeviri kitabım basılamadı çünkü yayıncılar aşk romanı sanarak çevirtmişler. Sonra Ramazan Arkın’ın yayınevinde uzun süre çalıştım. Heyer’den beteri olamaz diye düşünürken karşıma ‘İnsan Vücudu’ diye bir kitap çıktı.”
SENE 1957 - Yaş 15
KÖTÜ ÇEVİRİDEN ‘KITIR KITIR’ DİYE SESLER GELİR
Okyay, “Kelimelerle oynamayı çok seviyorum. Çevirmenlik işinin zorluğu hoşuma gitti” diyor. Çevrilemez kelimeler var mıdır? Yanıtı: “Türkçe’den İngilizce’ye zor çevrilenlerin başında ‘Elinize sağlık, kolay gelsin’ gibi gündelik hayattan deyişler geliyor akla. İyi çeviri edebiyatta önemlidir. Sevmediğimiz kitapların sonradan kötü çeviriler olduğunu anladım. Kötü çeviri kitaplarda kulağa ‘kıtır kıtır’ diye sesler gelir; kıtır kıtır bir Türkçe olmasından kaynaklı. Çeviri alanında çalışmayı onun için de istedim; orijinal dilinde nasıl okunuyorsa insanlar burada da öyle okusun istedim.”
HERKES SİNEMA ELEŞTİREBİLİR Mİ
Gazeteciliğe ilk adımı 1975 yılında Politika Gazetesi’nde atıyor. 1983 yılında Osman Saffet Arolat’ın yönlendirmesiyle Milliyet Ekler’i çıkaran ve ‘üç silahşörler’ olarak anılan Enis Batur, Ömer Madra ve Oruç Aruoba’nın yanında ‘D’Artagnan’ olarak işe başlıyor. İlk sinema eleştirisini Fellini’nin ‘Ve Gemi Gidiyor’u üzerine, bu üçlünün üstüne kapıyı kitlemesiyle yazıyor. O gün bugündür, 40 yıldır sinema eleştirisi yazıyor… Her film izleyen sinema eleştirmeni olabilir mi? Okyay: “Olamaz” diyor: “Ben de alaylıyım ama sağlam yetişmiş bir alaylıyım. Altı yaşımdan beri filmlere gidip geliyorum. Yorum yazmakla tamamen sübjektif bir şeye dönüştürmek arasındaki çizgiyi bulabilmişim. Beğenmediğim şeyi yazmak istemem. Özellikle yerli filmlerde beğenmediğimi hiç yazmam çünkü başından beri ne kadar zorluklarla o filmlerin yapıldığını biliyorum.”
KADIN YÖNETMENLER FARK YARATIYOR
Artık yeni konu, etkileyici film çıkmıyor mu? Sinemada son eğilimler neler? Okyay: “Dijitale dönünce insanlar biraz daha rahat film çekebilmeye başladılar, öteki türlü çok masraflı oluyor. Her yıl iki, üç iyi film çıkıyor. Para kazanan filmlerin devamını çekmek modası var, Marveller filan. Son yıllarda kadın sinemacılar, yönetmeninden görüntü yönetmenine, çok fark yaratıyor. Erkeklerin bazı şeyleri kaçırdığı, kadınların da bazı şeyler üstünde fazla durdukları oluyor ama bunun zenginlik getirdiğini düşünüyorum.”
HEP AYNI KARAKTERLER SIKIYOR
İyi bir polisiyenin ‘olmazsa olmaz’ı nedir? Diyor ki: ‘Polisiyenin zevki gizemi çözmeye çalışmaktır. Anlatıcının sonradan katil çıkmaması gerekiyor. Kurgu ve karakterler iyi olması lazım. Agatha Christie bir zehri yanlış yazdığı için heyelan gibi mektup yağmış (gülüyor). Televizyondaki polisiyelerde heyecan içinde ne olacağını beklerken uzun konuşmalar sıkıyor. Ötekileştirilmiş insanları da biraz fazla öne çekiyorlar. Bazen, ‘Yine mi annesini boşamış diye babasını hayatından silip atmış çocuk!’ diyorum”
TANSU İYİ SERVİS ATARDI
“Okulda spora da çok meraklıydım. Hem basketbol hem voleybol takımındaydım. Takımda oyuncu eksiği olunca maç günü evden alırlardı.” Okyay’ın Arnavutköy Amerikan Lisesi’nde voleybol takım ve sınıf arkadaşlarından biri Tansu Çiller: “Tansu iyi servis atardı. İlk 6’lıda olmasa bile arada servis atmak için oyuna alınırdı. O maç ya da şampiyonluk kazanılırsa da topu kucağına alıp en ortada ‘takımın ası’ fotoğrafı çektirirdi.”
SENE 1962 - Kolej voleybol takımında Tansu Çiller ile
ŞİMDİ CANNES ÇOCUĞU OLDU
Türk sineması dünden bugüne nereye geldi? Okyay: Türkiye’de her dönem iyi yönetmenler oldu. Hâlâ var. Nuri Bilge’yi (Ceylan) ilk kısa filmi ‘Koza’yı yaptığından beri izliyorum. 1990’lı yıllardı ve öğrenciydi hâlâ. İlk filmini ilk görüşte çok beğendim. Ama kısa filmiydi (gülüyor)… Sonra yanına tebrik etmeye gittim; hiç cevap vermedi. Hep mesafeliydi. Şimdi Cannes çocuğu oldu! Bu dünyaya alıştı. Zeki’yi (Demirkubuz) tanımam ondan öncedir. Zeki zaten hep piyasadaydı. İyi bir yönetmendir. Reha Erdem ve Tayfun Pirselimoğlu’nu da çok beğenirim.” Peki izleyiciler Türk yönetmenleri yeteri kadar takdir ediyor mu? Sevin Hanım: “İzleyici tarafından takdir ne demek? İş yapmak açısından bakarsan Şahan Gökbakar filmleri hepsinden fazla takdir ediliyor! Cem Yılmaz gibi hem iş yapabilen hem sinemayı seven ve uğraşan insanlar da var. Nuri Bilge’nin filmine 100 bin kişi gidince çok mutlu oldum. İnsanlar layıkıyla seyretti mi beğendi mi onu bilmiyoruz ama gittiler… Türkiye hiçbir zaman iyi yönetmen eksikliği çekmiyor. Dünyada festivallerde ödüller alıyorlar. Sadece Nuri Bilge almıyor, Tayfun da alıyor, Reha da alıyor.”
SENE 2013 - Okyay’ın pek çok ödülü bulunuyor: SİYAD ‘Sinemaya Emek Ödülü’, İKSV ‘Sinema Onur Ödülü’...
TÜRKİYE’DE POLİSİYE SEVİLİYOR
Sevin Okyay’ın bir diğer uzmanlık alanı da polisiye. 26 yıldır radyoda ‘Cinayet Masası’ isimli programı hazırlıyor. Türkiye’de polisiye ilgi görüyor mu? ‘Kasvetli havada beklenmedik katil’ hikâyeleri sıktı mı? Okyay: “Türkiye’de polisiye seviliyor. Üstelik artık yerli polisiye de seviliyor. Osman Aksu’yla başlayan yerli polisiye furyasını şimdi Ahmet Ümit sürdürüyor. Okunan polisiye kitap sayısını yükselttiler. İngilizler polisiyede kraldı. Sonra İskandinavlar geldi. Onların kasveti hoşa gidiyor ama artık İstanbul da bir ‘polisiye kenti.’ Barbara Nadel’in ‘İstanbul Polisiye Serisi’ çok ilgi çekti. Kahramanı Çetin İkmen, Balat’ta oturuyor. Müthiş bir kahramandır o da. İstanbul onu çekmiş. Dizisinde Haluk Bilginer oynuyor.”
Paylaş