Paylaş
Lüksemburg'a ön kapıdan mı girecek Türkiye, yoksa arka kapıdan mı?
‘Özel adaylık’ statüsüyle elma şekeri mi tutturulacak eline?
Avrupa, kendi kamuoyunu sakinleştirmek ve de Kohl gibi ‘Avrupa bir Hıristiyan Birliği’dir' diyenleri tatmin etmek için ara formüller mi üretecek hafta sonuna kadar?
İnanın ki bu tartışmaların pek önemi kalmadı Avrupa entegrasyon felsefesinin aldığı yaraların yanında.
Avrupa, akıl almaz bir basiretsizlikle ‘hukuk’u, ‘siyaset’e ve de ‘saplantılar’a çiğnetirken kendi ‘hukuk anlayışını’ iğfal ediyor.
Ve de bu sorumsuz davranış, ‘uygarlıkların çatışmasını’ ağzı köpürerek müjdeleyen Amerikalı profösör Huntington'u haklı çıkartmaktan başka bir işe de yaramıyor şimdilik.
Özel adaylık, ara formül, bilmem ne...
Alınan duyumlar, Avrupa Birliği'nin, hafta sonunda Lüksemburg'ta yapılacak toplantıda, Türkiye'yi genişlemeye diğer adaylarla eşit şekilde almayacağı yönünde. Kısaca, ‘ipleri kopartmadan dışlamanın’ diplomatik kılıfları hazırlanıyor.
Diplomatik kılıf, siyasi yaklaşım, ekonomik hesap, Erzurumlu göçmen işçinin Almanya'ya uyum sorunu vs. giderek anlamını yetiren temalar bunlar.
Çünkü modern toplumların ihtiyaç duyduğu bir entegrasyon felsefesi ve de modeli konuşulurken pek güdük kalıyor bu ayrıntılar. Uzun soluklu ve de doğru çizgideki bir bütünleşme serüveninde, eğer adalet kavramı göçertiliyor ve ilkeler yara alıyorsa, sanırım diplomatik kılıflar, işlemeli, oyalı, oyasız siyasi örtülerle vakit harcamaya pek gerek yok.
Ne yazık ki bugünkü top çevirme ortamında yapılan bu.
Ve de bu oyuna son vermek gerekiyor.
138 kiloluk Kohl ve de Kohl zihniyetindeki insanları kastetmiyorum. Ama Avrupa'nın duyarlı insanlarının (ki bunların sayısı sanıldığı kadar az değildir) bugün, Türkiye-Avrupa ilişkilerinden hareketle, yaşlı kıtada ‘adalet’in nasıl ‘iptal edildiğini’ tartışmaları gerekli.
Avrupa'da, ‘siyaset’, ‘hukuk’a tecavüz ediyor. Buna nasıl seyirci kalınıyor? Avrupa, Türkiye ile ilişkilerini artık bu eksene taşıyıp, sorunu kendi iç meselesi, içe dönük bir hukuk rezaleti olarak tartışmalı.
Avrupa'nın duyarlı insanları, Avrupa'nın Türkiye'yle işkilerinin bugünkü psikolojik raporuna bakıp, ‘farklı uygarlıkların mensupları birbirlerini boğazlar’ diyen Amerikalı Huntington'un ekmeğine nasıl da yağ sürdüğünü düşünmeliler. Belki, bir Nobel Ödülü armağan etmekteler, dünyada, ‘barış’ı değil ‘çatışma’yı meşru göstermek isteyen sözde bilim adamına.
Türkiye'nin duyarlı insanları, demokrasi mücadelesi veren aydınları ve sivil toplum kuruluşları, hafta sonunda Lüksemburg'tan olumsuz bir kararın çıkması halinde kendi ülkelerine yönelik eleştirileri yapacaklardır.
Kendi toplumlarına layik görmedikleri hukuksuzluğu, insan hakları
ihlallerini, devleti hortumlayan avanta düzenini lanetleyeceklerdir. Türkiye'ye, ileri demokrasi ve yüksek insan hakları standartlarını çok görenleri eleştireceklerdir. Seslerini ne kadar duyurabilecekleri tartışılır ama mutlaka tepkilerini göstereceklerdir.
Ama sanırım ki, onlarla birlikte, duyarlı Avrupalı'nın da yapması gerekenler var artık.
Doğru soru şu; 1963 imzalanan Ankara antlaşması, Türkiye için tam üyeleği öngören bir hukuk belgesidir. Bazı koşulların yerine getirilmesi halinde Türkiye'nin Toplulu'ğa tam üyeleğini öngörür.
Bugün, ‘hukuk’u ‘siyaset’in elinde oyuncak eden bazı Avrupalı liderler, ‘şu koşulları yerine getirirseniz, adaylık güvenecesi veririz’ diyemiyorlar.
Bu, 63 antlaşmasının verdiği üyelik hakkına de facto ve de jure aykırı bir tutum.
Kısaca ortada ‘hukuk’un iptali hali var.
Hukuksuzluğa dayanan bir entegrasyon olur mu?
Avrupa'nın duyarlı insanları bu gerçeği teşhir etmeliler...
Sorun, artık hızla Avrupa'nın iç meselesi olmakta...
Paylaş