Bütün bir yıl boyunca iple çekilen büyük tatil başladı. Her ne kadar tatil denince yüzler gülse de doğa için aynı durum söz konusu değil. Hatta insanlar için yazın başlaması doğa için dert sezonunun açılması anlamına geliyor. Ormanlara girişler bu dönemde artan yangın tehlikesi nedeniyle ekimin ortasına kadar kapatıldı. Ancak milli parklara, mesire alanlarına giriş serbest. Bu da bu alanlarda dikkatli davranmamız gerektiği anlamına geliyor. Ormanlık alanlardaki hayvanları beslemek isteyenlerse hangi mevkide, ne zaman besleme yapacaklarını ilgili ilçe güvenlik birimleriyle orman işletme şefliklerine bildirmek ve izin almak koşuluyla ormanlara girebilecekler.
Deniz kaplumbağalarının yuvalardan çıkışı devam ediyor. Plajlardaki ışık, ses, plastik ve izmarit kirliliği onların hayatını da olumsuz etkileyebilir.
Sorumluluklarımız bunlarla sınırlı değil. Türkiye dünyanın en nadir çiçeklerinin yaşadığı bir coğrafya. Doğada önünüze gelen çiçeği yolmayın. Örneğin bugünlerde ormanlarda denk gelebileceğiniz şakayıkları koparmanın cezası 244 bin 315 lira. Öte yandan kaplumbağa üreme plajlarında (ki bunlar Türkiye’nin en güzel plajları aynı zamanda) deniz kaplumbağalarının yuvalardan çıkışı devam ediyor. Plajlardaki ışık, ses, plastik ve kuma saplanan izmarit kirliliği onların hayatını da olumsuz etkileyebilir. Ve tabi ki en önemli sorunlardan bir diğeri de kuraklık...
Her damlası değerli
Ege ve Akdeniz’in büyük bölümünde kuraklık yaşanıyor. Örneğin geçtiğimiz yıllarda su konusunda çok zorlanan Bodrum’un suyu bitti bitecek. Önemli turizm merkezlerinde artan nüfusla tüketilen su miktarının artacağı da bir gerçek. Bu durum tatilde suyu tasarruflu kullanmayı bir sorumluluk haline getiriyor. Doğadan alınan suyun her damlasında başka canlıların hakkının olduğu unutulmamalı.
Karadeniz Bölgesi’ni tercih eden tatilciler için tehlike uyarısı kurak geçen sonbahar ve kışın ardından, şiddetli yağışların, sellerin ve heyelanların meydana gelebileceği yönünde. Doğu ve Güneydoğu illerindeyse kuraklık ve sıcaklık nedeniyle hem tarla yangınlarının arttığı hem de sıcakların rekor üstüne rekor kırıp insan hayatını olumsuz etkilediği günlerdeyiz. Gölgelerde kalıp uyarıları ciddiye almanızda ve ne olursa olsun kuru otları kolayca tutuşturabilecek izmaritlerin sağa sola atılmamasında yarar var.
KISA KISA
Kanada dünya ormanlarının yaklaşık yüzde 9’una sahip. Son 25 yılda her yıl yaklaşık 7 bin 300 orman yangını meydana gelen ülkede yanan alan miktarı ortalama 2,5 milyon hektar. Ülkenin orman yangınlarıyla mücadele için harcadığı para miktarıysa yangın sezonunun büyüklüğüne göre 800 milyon dolarla 1,5 milyar dolar arasında değişiyor. Yani onlar da bizim gibi yangınlara alışıklar ve bu dertle rutin bir mücadele içindeler.
Kanada’da yangın mevsiminin başlangıcı kabul edilen mayıs ayında başlayan yangınlar 500’den fazla noktada devam ediyor. Yangınların nedeniyse yıldırımlar.
Kanada’da felaketin büyüklüğü karşısında büyük bir çaresizlik var. Bizdeki büyük Marmaris yangınında olduğu gibi söndürme araçlarının yetersizliğinden yangın öncesi ve sırasındaki planlama ve koordinasyon eksikliğine kadar birçok konu tartışılıyor. Biliminsanlarıysa aynı noktaya işaret ediyor: “İklim krizi yangınların sıklığını ve büyüklüğünü arttırıyor. Daha da ateşli günlere hazır mıyız?”
Bütün bu felaketlerden çıkan en büyük ders ise doğa için bizim harita üzerine çizdiğimiz ülke sınırlarını belirleyen çizgilerin anlamsız olduğu. Öyle ki Kanada’dan yükselen dumanlar önce New York, Massachusetts ve Connecticut’ın aralarında olduğu birçok ABD kentinin rengini kahverengiye çevirdi.
Havadan müdahale
New York’ta, devlet okulları açık hava etkinliklerini iptal etti, maske yeniden kullanıma girdi ve bir an önce evini satıp gitmek isteyenlerin sayısında patlama oldu. Derken dumanlar Norveç’e ulaştı. Uzmanlar dumanların Güney Avrupa’ya doğru yayılmasını beklediklerini söylüyor.
Türkiye’deki son 10 yılın orman yangını istatistiklerine bakıldığında hem sayıda hem de yanan alanda artış olduğu gözlemleniyor. Dikkat çeken bir başka noktaysa yangın sayısında olağanüstü artışın yaşanmadığı yıllarda dahi yanan alanın çok daha fazla büyüdüğü. 2021’de Ege ve Akdeniz bölgelerinde 28 Temmuz’da başlayan ve yaklaşık iki hafta süren orman yangınlarında 124 bin hektarlık ormanlık alan kül oldu. O tarihten bu yana yangınlarla mücadelede birtakım kapasite gelişimi söz konusu. En azından yangına havadan müdahale edecek araç sayısında önemli bir artış var. Orman Genel Müdürlüğü yetkililerinin verdiği bilgilere göre bu yıl 70’e yakın hava aracı yangın söndürme çalışmaları için kullanılacak. Ayrıca yangın müdahalelerinde İHA’ların da kullanılacağı verilen bilgiler arasında. Uzmanlar ne kadar hazırlıklı olursak olalım, başımıza gelecek bir yangının çok büyük olacağını söylüyor.
‘KARANFİLİM SUSUZUM, KAÇ GÜNDÜR UYKUSUZUM’
Barajlardaki doluluk oranı ve kuraklık yılın en önemli konularındandı. Anadolu’nun büyük bir bölümü yılı kuraklığın etkisinde geçirdi. Kuruyan göller ve nehirler, susuzluk ve oksijensizlikten ölen balıklar, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşanan tarımsal kuraklık yıl boyunca gündemdeydi. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre Türkiye genelinde 10 aylık yağış son 60 yılın en düşük seviyesi oldu.
CEVHERİN Mİ VAR, DERDİN VAR
TEMA’ya göre Temmuz 2019’la Eylül 2020 arasında ihaleye çıkan maden ruhsatı sayısı 2.685. İhale alanlarının büyük bölümü birinci sınıf tarım alanı, büyük ova, mera ve içme suyu havzası içinde... Ayrıca 15 ilin topraklarının yüzde 62’si maden için ruhsatlandırılmış durumda. Haliyle madenler çevre eylemlerine konu oldu.
HASSASİYET ARTIYOR
Yıla av tartışmalarıyla başladık. Kimi yerde avlama izni çıkarken bazı yerlerde de av ihaleleri iptal edildi. Tuz Gölü’nde ölen flamingolar; zulmedilen, yaşamına son verilen hayvanlar yıl boyu haberlerdeydi. Parsın Anadolu’ya dönmesiyle büyük mutluluk yaşadık. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli de tehlikedeki türler için koruma eylem planı hazırladıklarını açıkladı.
Dünya kuş gözlem sitesi eBird’e geçen yıl 1.849 kuş türünün gözlem kaydını giren Prof. Dr. Çağan Şekercioğlu, 2020’de tüm dünyada gözlemlenen 9 bin 590 kuş türünün 8 bin 300’ünü gördü, fotoğrafladı ve kaydını girdi. Bu türlerin beşte birini Türkiye, ABD, Hindistan, Kolombiya, Tanzanya, İngiltere’de, geri kalanını da diğer seyahatlerinde gördüğünü belirten Şekercioğlu ile konuştuk.
Kuşları merak etmeye, ilgi duymaya ne zaman başladınız?
Kendimi bildim bileli hayvanlara merakım vardı. 4 yaşında ilk kez sokağa çıkmaya başladığımda, futbol oynayan çocuklara katılmak yerine Ataköy’ün henüz tamamen yok edilmemiş çayırlarındaki hayvanları incelemeye başladım. Zarar vermeden böcek, kaplumbağa, yılan gibi hayvanları yakalayıp, bakıp bırakırdım. Kuşlar daha erişilmez olduğundan kuşların farkına varmam birkaç yıl daha aldı.
O ne zamandı?
8 yaşında, Ataköy’de tren yolunun kenarındaki ağaçlarda iki tane yeşil papağanı görünce şoke oldum. Babamın 1960’lardan kalan Resimli Bilgi ansiklopedisinde gördüğüm papağanların Türkiye’de de yaşadığını bilmiyordum. Bu kuşların kafesten kaçıp İstanbul’a uyum sağladıklarını yıllar sonra öğrendim. 1983’te gördüğüm bu papağanlar benim de eBird kuş listemdeki ilk kayıt ve sanırım halen Türkiye’de bilinen ilk yeşil papağan kaydı. Kuş gözlemciliğini öğrendiğimde 13 yaşındaydım.
Nereden öğrendiniz?
Her ne kadar bu hafta sonu itibariyle kar yağacak tahminleri yapılsa da olağanüstü sıcak günler geçirdik bu kış. Eskilerin hesabıyla henüz cemrelerin düşmesine, yani baharın gelmesine 15 gün olmasına karşın erken gelen baharın güzellikleri bir bir görünür oldu.
İstanbul’un üzerinden leylekler, Antakya, Mersin, Adana ve Antalya’dan arıkuşları, kırlangıçlar, ebabiller, guguk kuşları geçmeye başladı.
İzmir Karaburun’da çiğdemler, Antalya’da anemonlar, orkideler, Datça’da bademler, Karadeniz’in alçak kesimlerinde siklamenler kırları kapladı. Çiçekler açar da kelebekler durur mu? Öncü bahar kelebekleri olarak kırlarda, parklarda çiçek peşinde koşturmaya başladı.
Hayat güzel
Troya’nın efsaneleri yeni bir turizm anlayışıyla günümüze taşınıyor. Opet’in desteklediği projenin başrollerinde iki köy var. Antik kentin hemen bitişiğindeki Arkeoköy’e dönüşen Tevfikiye ve Etnoköy’e dönüşen Çıplak Köyü... Troya’yı anlamak isteyenlerin bu iki köyü de gezmesi, vakit geçirmesi gerekiyor. Yapılan çalışmalarla özüne dokunulmadan baştan aşağı elden geçirilen her iki köy de proje kapsamında adeta bir açık hava müzesine dönmüş durumda. Üstelik bu köylerde buğdayıyla, pişirme tekniğiyle Troya’nın kahramanı Hektor’un da yediği ekmeğin aynısını yiyebilir, dönemin tatlısı ‘globi’yi tadabilir, Troyalıların duyduğu sesleri duyup aynı yıldızların altında aynı havayı soluyarak konaklayabilirsiniz. Daha da önemlisi bugün yaşayan Troya’yı görebilirsiniz.
‘Biz Hektorcuyuz’
“Evet, Türkler Troyalı değil belki ama bir gerçek var ki Troyalılar Türk” diyor 1988’den bu yana Troya ören yerindeki kazılarda görev alan ve şu anda kazı başkanlığını yürüten Prof. Dr. Rüstem Aslan. Benim gibi Troya merakı, Hektor hayranlığı olanlar için can alıcı cümle ardından geliyor: “Toprağın belleği sürekli çalışıyor ve bu nedenle bugün halen yaşayan bir Troya var ve bunun izlerini sürmek mümkün.” Biz de Prof. Dr. Aslan rehberliğinde başlıyoruz bu izleri sürmeye. İlk durağımız Arkeoköy Tevfikiye. Troya Antik Kenti’ne içinden yürüyerek giriliyor. Troya 11 katmandan oluşuyor. Ancak bu köy için 12’nci katman deniyor. Bunun ne demek olduğunu köyde yürürken karşınıza bir duvarın ortasında, üzerinde antik kabartmalar ve yazılar olan bir taş çıktığında anlıyorsunuz. Köyün evlerinin büyük bir bölümünün yapımında antik kentten getirilen taşlar kullanılmış. Bugün 280 hanesinde 550 kişinin yaşadığı köyün sakinleri, arkeoloji tarihimizin başlangıç noktası olarak kabul edilen Troya’da kazıların başladığı 1870’ten bu yana çalışmış. Köydeki herkes Troya Savaşı’nı da savaşın kahramanlarını da biliyor.
Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi (DEKAMER) 2009’dan beri denizkaplumbağaları için çalışıyor. Kaplumbağaları uydu vericileriyle izlemek işlerinin önemli bir parçası. DEKAMER geçen yıl Tuba ismi verilen bir iribaş denizkaplumbağasını (Caretta caretta) izlemeye başladı. Kabuğunun arkasında tekne pervanesi yarası olan ve iki aylık tedavi sürecinden sonra doğal ortamına bırakılan Tuba’nın bir yılda Akdeniz’deki kat ettiği yol, 6 bin kilometreyi aştı. Çoğu Akdeniz ülkesine uğrayan Tuba, önce Rodos Adası’na doğru geniş bir yay çizip ardından Marmaris’e yöneldi. Türk sularından çıkınca Yunan adalarını gezen, yolculuğu Malta ve İtalya’yla devam ediyor. En bakir kıyıları, en temiz suları seçen ‘gönüllü rehberimiz’ Tuba’nın duraklarını ve uğradığı yerlerin öne çıkanlarını bir harita eşliğinde sizlerle paylaşıyoruz.
SU PERİSİ SYME’NİN ADASI SİMİ’DE
Göbeklitepe’yi birkaç kez ziyaret ettim. Oraya adımımı attığımda benim de aklımda beliren ilk soru ‘neden’ oldu. Gezdikçe sorular da şaşkınlık da artıyor; orada olmanın hiç kuşku yok ki en güzel yanlarından biri bozkırın ortasında esen rüzgârı, güneşi, yağmuru hissetmek, gözünüzün görebildiği noktaya uzanan ufka bakmak, kuşların sesini duymak... İşte bütün bunlar Göbeklitepe’yi inşa eden insanların da bundan 12 bin yıl önce hissettikleri, yaşadıkları, duydukları, gördükleri... Orada bulunarak ‘an’da insanlığın atalarını yakalayamamış olsanız da bir ışık oyununda, rüzgârın getirdiği kokuda ya da bir kuşun ötüşünde aynı duyguyu yakalamanız büyük olasılık. Alanın tam tepesindeki yaşlı dut ağacını izlerken bir yandan da dedesinin arazisinde başlayan kazı çalışmalarında getir götür işleri yaparak çalışmaya başlayan, ardından alanın bekçisi olan Hasan Kılıç’tan hikâyeler dinlemenin ‘sanal tur’da bir karşılığı yok maalesef. Ayrıca orada bulunmanın başka birçok avantajı var.
Sadece ören yeri değil
Göbeklitepe, tarihin bazı noktalarda donup kaldığı Harran Ovası’na 65, Urfa Kalesi ve Balıklıgöl’e 22 kilometre uzaklıkta. Ayrıca gitmişken başta Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi olmak üzere Göbeklitepe’nin ayak izlerini takip edebileceğiniz görülmesi gereken birçok yer var. Özellikle Arkeoloji Müzesi’nin Göbeklitepe bölümü adım adım tarih yolculuğuna çıkarıyor. Bittiğinde bunun sadece bir ören yeri gezisi olmadığını, insanlık tarihine bir yolculuk olduğunu anlıyorsunuz.
Sanal gezinin avantajları