Binlerce turist sayesinde İstanbul kiliseleri Paskalya’da doldu taştı
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Mahalle bakkalımız Suavi Amca Paskalya’da yumurta boyayıp satardı. Tüm pastaneler paskalya çöreği yapardı. Mis gibi kokardı. Atina’da onca yıldır o tadı alamadım. Hey İstanbul... İki, bilemedin üç bin Rum’un kaldı. Ne olursun hiç üzme onları!
Taksim’deki Aya Triada Kilisesi tıka basa doluydu geçen cumartesi gecesi. Hazreti İsa’nın göğe yükselişinin müjdesini almak için büyük bir çoğunluğu Yunanistan’ın dört bir yanından gelen turistlerin oluşturduğu kalabalık kiliseye sığmamış, büyük avluyu da doldurmuştu. Fotoğraf makinaları ve cep telefonlarıyla o kutsal geceyi ölümsüzleştiriyorlardı. Dönüşlerinde akrabalarına, dostlarına anlatmak için. Az sayıdaki İstanbullu Rum da Yunan turistleri dikkat ve bazen de hayretle izliyorlardı. Gece yarısı yaklaştığında ayini yöneten despot ve diğer din adamları kiliseden avluya çıktılar. Kudüs’ten, Kutsal Kabir Kilisesi’nden getirilen nur mumdan muma yayıldı. Ve tam gece yarısı “Hristos Anesti” yani “İsa göğe yükseldi” duyuldu. Herkes birlikte söyleme başladı. Herkes birbirine “İyi Paskalyalar” diledi. Aya Triada Kilisesi birkaç dakika sonra boşalmaya başladı. İstanbul’da hâlâ yayınlanan Apoyevmatini Gazetesi’nin sahibi Mihalis Vasiliadis ile karşılaştım. Yanında duran ak saçlı, ak bıyıklı, güleryüzlü soydaşımı biraz geç fark ettim. Zoğrafyon Rum Lisesi’nin eski müdürü Dimitri Frangopulos dimdik oradaydı. Birkaç ay önce Yunan televizyonlarına konuşurken “Ben Atina’ya göç etmedim. Çünkü gitseydim İstanbul Rumları “Frangopulos da gitti” diyeceklerdi. Ümitlerini iyice yitireceklerdi. Üstelik gitseydim İstanbul’dan, aynada nasıl bakardım yüzüme?” diyecek kadar yürekli cesur Dimitri Frangopulos. Elini öptüm... Gözlerim doldu. Yanaklarımı okşadı. Yıllar önce, ben öğrenci o müdürken o baba, o babacan tavrından hiçbir şey kaybetmemiş. Ne büyük insan.. Kilisenin kapısında izdiham yaşanıyordu. Yunan turistler, ellerinde mumlarla otobüslere yöneliyorlardı. Otellerinde, kırmızıya boyanmış yumurtalarını tokuşturacaklar, yemek yiyeceklerdi. Çocukluğum, delikanlılığım geldi bilmem kaçıncı kez aklıma. O zamanlar sadece İstanbul Rumları doldururdu kiliseyi. Yunanistan’dan öyle turist murist gelmezdi. Kilise içinde yaktığımız mumları da, kilise içinde söndürürdük. Acı hatıralar bize bunu öğretmişti. Ancak buna karşı, mahalle bakkalımız Suavi Amca Paskalya’da yumurta boyayıp satardı. İstanbul’un Avrupa yakasında bildiğim tüm pastaneler paskalya çöreği yapardı. Mis gibi kokardı. Atina’da onca yıldır o tadı alamadım. Geçmişle yaşanmıyor elbet... Türk-Yunan ilişkilerindeki olumlu gelişmelerin etkisini vurgulamam gerek. Belki on binlerce Yunan turistin sayesinde oldu ama İstanbul’da birçok kilisede kalabalık vardı Paskalya gecesi. Ortaköy’de, Bebek’te, Yeniköy’de. Bu bile sevindirici. Hey İstanbul... İki, bilemedin üç bin Rum’un kaldı. Ne olursun hiç üzme onları!
Atinalı turist kızın İstanbul izlenimleri
Yeşiköy’de, Bebek’te kahvelerimizi içip ilişkilerimiz hakkında konuştuk uzun uzun. Alışveriş merkezlerinde oraya buraya koşuşturduk. Kumkapı’da rakı içtik, fasıl dinledik. Nişantaşı’nda “bu kadar da lüks mekan olur mu?” (Long Table) sorusuna cevap arayarak yemek yedik. Atina’dan ya, misafirim dengeyi tamamen kaybetmesin diye sevgili Fedon’un sahne aldığı Zorba’dan, dostlarım Petro’nun, Rula’nın, Panço’nun sahne aldığı Neşe Gazinosu’ndan geçtik. Cahide’de eğlendik. Beyoğlu’nda nargile içtik tavla oynadık. Kapalıçarşı’nın altını üstüne getirdik. Balıklı Rum Hastanesi’nde ağırlandık. Hürriyet Gazetesi’ne gittik. Cihangir’de mola verdik. Fener’de Patrikhane’yi ziyaret ettik. Çünkü zor bir misafirim vardı İstanbul’da. Bu şehre çocukluğunda sık gelen kızım Marianna ilk kez genç bir kız, genç bir kadın olarak geliyordu. Beş gün dolaştıktan sonra, gazeteci kimliğimle sordum “neyi beğendin, neyi beğenmedin” diye Atinalı Marianna’ya. Trafikten şikayet etti: “Bu insanlar nasıl olur da onca saatlerini otomobillerin içinde yolda geçiriyorlar.” Türkiye’nin gündemindeki konuları bir türlü kavrayamadığından hep “olur mu öyle şey ya” diyerek asgari ücreti, çalışma saatlerini de öğrendiğinde şaşırdı. Sahilyolunda insanların kilometrelerce piknik yapmalarını hayli kitsch buldu önce ama sonrasında “Ya fakir insanlar da bir şekilde eğlenebiliyor. Atina’da mümkün değil ki” dedi. Yaşıtı öğrencilerin okul forması giymelerini yadırgadı önce ama sonra bunun da bir güzelliği olduğunu söyledi. Polislerin, silahlarını görünür şekilde taşımaları dikkatini çekti. Otobüsleri yeni ve bakımlı buldu. Taksileri hiç beğenmedi. Atina’da İstanbul’daki kadar lüks arabalara da rastlamadığını anlattı. Yemeklere hayran kaldı. En çok ne dikkatini çekti soruma ise, gerçekten ilginç bir tespitle cevap verdi: “Elele dolaşan insanlar. Herkes elele dolaşıyor. Duygular capcanlı. İnsan ilişkileri samimi. Bizim oralarda bunlar yok.” -Peki İstanbul’da yaşar mıydın? -Elbette baba...