Herkesin herkesi almaya-satmaya hazır olduğu Türkiye ve dağdaki o çoban

Gazetecilik…

Haberin Devamı

Bankacılık…
Bakanlık...
Vekillik...
Daire Başkanlık...
Memurluk…
CEO’luk…
Patronluk...
Sporculuk…
Kulüp Yöneticiliği…
Evcilik…
İşadamlığı…
Çobanlık…
Sütçülük…
Turizmcilik…
Sanatçılık…

Her meslek grubunun başı dertte. Her birinden pis koku gelip gidiyor bu ülkede.
Bu sıfatların, titrlerin, kartvizitlerin, işlerin, mesleklerin hepsinin içi boşaldı farkında mısınız?
Sıfır güven duygusu.
Ne onlar öbürlerine, ne biz onlara, ne onlar bize, ne öbürleri hepsine; kimse kimseye güvenmiyor. Güvenemiyor.
Kronik paranoyak olduk hep beraber.

Ak dediğin Parti, kara çıkıyor.
Kara çıkmasına rağmen sürekli aklanıyor. İlla Ak algılanıyor.
Özgür dediğin, tutsak.
Tutsak sandığın, köle.
Köle dediğin, görüntüde öyle, oysa kaçak.
Kaçak dediğin, pişkin.
Pişkin dediğin, masum...

Her şey anlamını yitirdi. Kime inanacağını şaşırıyorsun sürekli.
İnandığın inanmadığın herkes de sürekli bir başka inandığın inanmadığın hakkında çok acayip “gerçekler” ispiyonluyor filan.
Birbirini alıp satan gani!

Haberin Devamı

Kimi zaman bile isteye, kimi zaman farkında olmadan, kimi zaman safça, kimi zaman da sinsice bir şekilde bu noktaya gelindi.
Geldik artık, hep beraber aralıksız pis kokan o noktadayız.

Adalet, özgürlük, laiklik, çağdaşlık, din, iman, inanç, hak, hukuk bunların hepsi özgül anlamlarından uzaklaştırıldıkça, zemin kayganlaştı.
Ne zamanki bu kelimelerin anlamları kişiye özel yapılandırıldı, hap o zaman yutuldu zaten. Da işte bunu anlamak için ancak başkasına güldüğün şeyin kendi başına gelmesi gerekti.
Tipik.
Durum üzücü.
Çok düşündürücü.
De ah vah demek ne işe yarar?
Hiç.
Çözüm ne?
Plan ne?

Açıkçası sandıkta sonuçların ÇOK farklı çıkacağını sanmanın, yine yeniden bir Türkiye’nin kendini kandırma zevki olduğunu düşünüyorum. Biz öyle düşünmeyi sevdik.
Gezi’den sonra mucize olacak sandık. Oysa mucize yok. Sadece bir oynama var. Ama hiç de öyle “tamam şimdi oldu” şeklinde değil.
Yalan mı?
Değil işte!
Öldü gencecik çocuklar ve biz bir arpa boyu yolu ancak alabildik sanki...

Asla gerçekleri löp löp kabul edemiyoruz biz.
İşimize gelmiyor. Uzun vadeli planlar, projeler bu işler. Daha yeni yeni ayılmanın, aydınlanmanın başındayız. Dağınık herkes. Her şey.

Haberin Devamı

Dahası size bir küçük örnek; hani şu “dağdaki çobanla benim oyum bir mi?” bombası vardı ya... Her şeyin cevabı aslında o soruda gizliymiş.
Biz o dağdaki çobandan çok uzak kaldık belli ki...

Mesela, ben kendi adıma dağdaki o çobanla ilk defa bu yaz tanıştım. Suratıma tokat gibi indi cümleleri.

Yer Anadolu’da bozkırların ortasında oralarda bi yer. Runfire Capadoccia Ultra Maratonu için Temmuz ortasında koşuyorum.
Gece çadırda arazide uyuyoruz. Gündüz acayip sıcak, ancak geceleri inanılmaz bir soğuk rüzgar. Öyle böyle değil. Keçi kılından çadırlar süper koruyor sözümona ama, gecenin ayazında sanki çadırı söküp atacak o deli rüzgar.
Olağanüstü kaliteli malzemelerimiz, uyku tulumlarımız var. Yani üşümeyeceğiz sanırsın. Ama gece resmen donuyoruz Temmuz ortasında.
İşte öylesi donduran bir gecenin sabahı, koşarken rastladım o çobana ve karısına.
Durdum, sohbet ettim.
Havadan sudan konuştuktan sonra: “Kime oy veriyorsunuz” dedim?
Kadın “Erdoğan’a” dedi. Kocası da onayladı “Ak Parti...” dedi. Gayet eminler oylarından ve kendilerinden.
“Peki neden?” diye sordum.
İçimdeki bütün öfke, kırgınlık, hayal kırıklıkları ve hatta cehaletle dolu suçlamalarımı saklayarak içime.
Kadın anlatmaya başladı: “Kışın buralar buz gibi oluyor. Çok soğuk bizim burası. Çocuklar donuyodu. Bizim köyde çok çocuk dondu, çok hasta oldu. Kömür veriyolar, sağlık ocağına doktor getirdiler başa gelince. Çocuklara aşı yaptılar. Çok yardımlarını gördük. Çok memnunuz, derdimizi dinliyorlar. Çok çalışıyorlar bizim burda.”
Sustum.
Kendimi düşündüm.
Bi gece önce donmuşum yaz ortasında. Sabahı zor etmişim. Hepi topu 6 günüm var yaz ortasında orada. Çocuklarımın yaşayacak olduğu bir “tehlike” zaten yok.
Ben çocuğumun donmasını, aşısız, doktorsuz kalmasını hiç yaşamadım. Hayatımda böyle bir “risk” yok. Ben bu ne demektir bilmiyorum.
Dağdaki çobanın gerçeği ise bu!
Çocuğu donuyor, kömüre ve doktora ihtiyacı var. Onun için her şeyden önemli bu ihtiyaç.
Ya benim çocuğum donuyor olsa, benim çocuğumun doktora ihtiyacı olsa.. Başka bir önceliğim olur muydu acaba diyorum kendime...
Ama inanın cevabımdan emin değilim. Çünkü BİL-Mİ-YO_RUM!
Şimdi beni bir dinleyin duyun Allah aşkına!
Bunca zaman hangimiz kendi çobanımızı dinledik?
Hangimiz “halka” karıştık?
Neye ihtiyacı var, derdi nedir, onun hayatının öncelikleri nedir bilir miyiz sıcacık evlerimizde dizi başında keyif çatarken?
İşimize gelir mi bunları bilmek?
Ne kolaydır oturduğumuz yerden “cehalet” demek...
Ne kolaydır dağdaki çobanın oyunu küçümsemek...
Oysa bak birileri gitmiş dinlemiş, duymuş. Kömür mömür deyip geçme, önemli bir örmek bence.
Bunca sene, bu çok “eğitimli donanımlı” bizler o ihtiyacı anlayıp eğer yerine getiremediysek, bunu yapabilecek kadar organize olup stratejiler geliştiremediysek, bir türlü Kaf Dağı’ndaki köşkümüzden inemeyip başı kapalısıyla, köyde soğuktan donanıyla, dağda kömürsüz kalanıyla konuşup, anlamaya çalışıp empati yapmayı beceremediysek ve insanlarımızın gerçeklerinden bihaber yaşadıysak...
Ben size diyeyim, hangi anket ne derse desin, o sonuç çok da değişmez daha.
O yüzden, sürekli “biz” “onlar” diye kavga edip herkes herkesi alıp-satacağına,
HEP BERABER gerçeklerimizi alalım önümüze.
Düşünelim.
Çözümleri tartışalım.
Yani, benim “bize” uzaktan bakarken gördüğüm izlediğim her şey içi acayip boş bir yaygara.

Haberin Devamı

Yonca
“keçi”

Yazarın Tüm Yazıları