Paylaş
Kimi cümlelerin içinden çıkamıyorum.
Kimisi çok mutlu ediyor. Kimisi ise hançer gibi saplanıyor, nasıl söküp çıkartacağımı bilemiyorum.
Zaman her şeye çare, bir bunu biliyorum.
Bir yandan bu kadar çok mercek altında duygularla yaşamak zor, bir yandan da büyük deneyim.
Of bazen deneyimlerden bıkıyorum.
Ne bu böyle her şeyi irdele, sorgula, düşün, incele.
Dümdüz yaşasak ya işte!
Ik vık ne varsa dibine kadar anlatan, yorumlayan, araştıran tipin tekiyim.
Şimdi aynısını çocuklarım bana yapıyorlar ve darallar geliyor içime.
Hah işte!
Bu mesela, yani benim bu çok fazla anlatma ve bilgi alma ve verme tutkuma dair çocuklardan aldığım eleştiri şu oldu:
“Anne, evet veya hayır deyip susmayı denesene. Bazen bizim o şeyi o kadar çok bilmeye ihtiyacımız yok. O kadar çok açıklama yapıyorsun ki, bunalıyoruz veya sana karşı tatsız bir tavır alıyoruz. Hem sen üzülüyorsun hem biz. Patates diyoruz, sen nasıl ekilir, nasıl biçilir, neye yarar, içinde neler var o kadar çok şey anlatıyorsun ki, belki senin kadar bizi ilgilendirmiyor bunlar. Sen anlattıkça kendimizi hem patatese ilgisiz olduğumuz için, hem de sana saygısız olduğumuz için kötü hissediyoruz. Senin için ilginç, bizim için değil.”
…
Yutkundum.
…
Her seferinde ansiklopedik bilgi vermemek ve uzatmamak için o kadar çabalıyorum ki. Bana ilginç ve çok öğrenilesi gelen bir şey onlara öyle gelmek zorunda değil, biliyorum.
Ya da o an, o an değil.
Ve ben lanet olsun işte, anlatmalara doyamıyorum.
Sus be Yonca sus işte!
Gözlerine dikkatle bakıp havayı koklasam, aslında anlarım susmam gerektiğini. Ama ben hızımı alamıyorum. Kaptırmış gidiyorum.
Sonra geçenlerde bir tartışma yaşıyoruz ve biri dönüp bana:
“Aslında ben senin en karanlık gölgenim, esas sorun bu!” deyince dizlerim boşaldı, güm diye dizlerimin üzerine düştüm. Resmen çakıldım kaldım yere.
Hala acıyor dizlerim. Dizlerim mi acıyan kalbim mi, artık bilemiyorum.
Bir yandan benim bütün karanlık yönlerimi yüzüme çarpıyordu evet; öte yandan böyle olmam bana ne kadar zorsa ona da zordu yani.
Ve bu anladığım şey beni kalbimden deldi geçti.
Hala içimden atamıyorum o ana ve cümleye dair hiçbir şeyi.
O gece sabaha kadar uyumadım. Ağlayamadım da.
Kilitlendim.
Ertesi gün onlar okuldayken berbat bir gün geçirdim.
Anneliğimi, insanlığımı, kişiliğimi sorguladım.
O kadar içime dokundu.
Sokaktan geçen biri dese, güler geçerim. Ama çocuğum dedi gözlerimin içine baka baka.
Evet tartışıyorduk, herkesin içindeki siniri atası vardı, belki de saçma bi cümleydi, öyle demek istememişti falan filan.
Ama dedi!
Gel de sen düşünme!
Sonra kendimi topladım. Giyindim. Geldiklerinde “normal” olmaya çalıştım. Ne demekse…
Olayı daha fazla sündürmek istemedim.
Hani “çok açıklıyorsun” demişlerdi ya, ben de kısa kestim bu sefer.
Görüntüde tabi, içim içimi yiyordu.
Aradan birkaç gün geçti.
Yanıma gelip “Anne, sen nasıl bu kadar kolay kendine geldin? Ben o günden ve konuştuklarımızdan beri kendimi hala iyi hissetmiyorum. Sana söylediğim şeylere, senin de dediklerine çok üzüldüm. Sen nasıl unuttun onları?” dedi.
- Ben de iyi değilim ki, geceleri uyuyamıyorum hala.
- E ama çok iyi görünüyorsun. Dediğinle görüntün bir değil, beni kandırıyorsun o zaman!
- Ya hayır, ne alakası var! Ben, sen benim kötü olduğumu gördükçe daha çok üstüme gelirsin belki diye ürktüm, kaldıracak halim yok çünkü. Bir de ne bileyim, benim kötü olmam seni daha da kötü eder mi acaba diye içime attım, yüzüme de maske taktım. Olay bu. Yoksa iyi değilim.
- Ama Anne, sen benim senin kendini kötü hissetmenden yararlanacağımı nasıl düşünürsün! Ben kötü bir insan mıyım? Hem sen sanki hiçbir şey olmamış gibi davrandığına göre benim ne hissettiğimin senin için hiç önemi yok sandım.
Durdum biliyor musunuz.
Durdum. Nasıl kıpırdayayım. Mecal mi kaldı?
Nefes aldım bir kaç kere.
Ama yok nefes mefes işe yaramadı. Döküldüm…
- Özür dilerim. Senin benim duygularımı kullanabileceğini düşünmem korkunç bir hata. Bunu nasıl düşündüm, şu an ben de bilmiyorum. Midem bulanıyor senin hakkında böyle düşünebildiğim için. Çünkü, sen kötü bir insan değilsin. İkincisi, ben hiçbir zaman senin ne hissettiğini umursamamazlık etmem, edemem. O kadar umursuyorum ki, geberiyorum umursamaktan. Kendimi toplamış gibi göstermeye çalışırken yemin ederim niyetim iyiydi aslında. Yoruldum tartışmaktan. Böylesi daha iyi olur sandım. Yanılmışım. Felaket haldeyim, gerçek bu.
Bütün bunlar olurken, yandan ikinci tsunami dalgası geldi.
-Anne sen nasıl oluyor da devamlı gülümseyebiliyorsun, nasıl hep mutlusun? Bazen sana bakıp kendimi çok kötü hissediyorum. Hatta senin sürekli her şeyden iyi bir şey çıkartman ve hep enerjik olman da beni sinir ediyor. Ben yapamıyorum senin gibi. Sen çok güçlüsün belki, ben değilim. Yoruluyorum, kendimi kötü hissediyorum sana bakarken. Böyle hissettiğim için de kendimi kötü hissediyorum. Hatta şimdi sana bunu söylediğim için de!
Tsunami dalgası, beni aldı sürükledi sürükledi, alt üst etti; gözüm görmez, kulaklarım duymaz, nefesim alınamaz oldu.
Bu bana başkaları tarafından da söylendi. Yani “senin mutluluğuna bakınca, ben kendimi kötü hissediyorum” cümlesi.
Çok yadırgadım, rahatsız oldum, hatta sinirlendim bu cümleye.
Ben de devamlı mutlu enerjik ve lay lay lom değilim. Olamam ki!
Sadece çabalıyorum be yahu! ÇA BA LI YO RUM!
Yoksa tersinin bana çok zararı oluyor, o zarardan etrafım daha beter etkileniyor. O yüzden kendimi o havadan çıkartmak için ne kadar gücüm varsa/kaldıysa hepsini gülümsemeye, iyi bi şeyler bulmaya harcıyorum. Bunu da yapamadığım zamanlarda da, zaten iyi olmadığım kabak gibi ortada. Ama bunu da çocuklarıma bu kadar kabak gibi göstermemek için ayrıca kendimi paralıyorum.
Ben zannederdim ki, benim ne olursa olsun iyi olmam, gülümsemem, en zor zamanda bile o zorluktan iyi bir şey çıkartmam ve çözüm bulmam çocuklarıma iyi gelen bir şeydir veya iyi örnektir.
Öyle değilmiş işte. “Sürekli çözüm bulmasak, bazı şeyleri çözemesek ne olur ki?” dediklerinde, en karanlık gölgeme tosladım işte.
Evet, ne olur yani bir şeyi çözmesem?
Çözümsüz kalsa bazı şeyler ne olur?
Ne olur????
Benim bu halim, onların canını acıtan, yoran bir şeymiş.
De esas bu benim canımı yakan bir şey, hadi buradan yak bakalım şimdi.
Duvara çarpmak deyimi vardır maratoncularda.
Benim duvara çarptığım an da budur işte.
Düşünsene senin olma halin, çocuğuna fena geliyor; çünkü aslında sana fena olan bir şeyi çocuğun aynanın en alası olarak sana tutuyor.
Yok olmak istemez misin?
Bu konuşma üzerine bildiğiniz döküldüm. İçimden geçen her şeyi anlattım. Herrrr şeyi.
Neyi neden yaptığımı. Neden yapamadığımı. Nasıl varsaydığımı, neden öyle davrandığımı. Ne düşündüğümü, niyetimi.
Çabamı ve çabamın altında yatan kendimce önemsediğim tüm değerlerimi. Bunlardan ne kadar yorulduğumu. Ben yorulduğum için onları da yoruyor olabileceğimi…ve bir dolu şeyi, kusar gibi anlattım.
Neden böyle olmayı tercih ettiğimi anlattım.
Sonra bir şey oldu.
Onlar da duvara çarptılar.
Canımı feci yaktınız dedim onlara.
Bu da yürek, ve hepsini bir arada kaldıramıyor dedim.
Sustuk.
Hayli uzun süre sustuk.
“Ne olacak şimdi?” diye sordular sonra.
“Hiiiç..” dedim.
“Ben başı kesik tavuk gibi hayatta kalmak için çabalayarak daha fazla kan kaybetmeyeceğim sayenizde.
Siz de benim bu saçma halime bakıp daha fazla dehşete kapılmayacaksınız.
Rahatlayacağız nihayetinde; çünkü bu kadar çok yırtınmasam da olurmuş yani… Ben bu dediklerinizden onu anladım.” dedim.
“Yok, aslında senin böyle olmanı da seviyoruz. Sadece maske istemiyoruz. Kötüysen kötü ol. Biz onu anlarız, ama öbür türlüsünü anlamıyoruz, kafamız karışıyor…” dediler.
Sonra herkes dağıldı.
Şimdi mi?
Deniz fırtına sonrası durulur ya, öyle. Kıyıya vuran yosunlar arada ayağıma dolanıyor.
Temkinle ilerliyorum içlerinde.
Ben ilerledikçe su berraklaşıyor.
Ufuk tam karşımda.
Kulaç attıkça, güvenim yerine geliyor.
Yüzebiliyorum.
Yonca
“minik balık”
Paylaş