Paylaş
Afet Yönetimi, Arama Kurtarma dendiğinde acaba ne kadar ilerleme kaydetmişizdir, kaydetmiş miyizdir diye düşünüp endişeye kapılıyorum.
Her depremde azla yetinen masum insanların en çok etkilendiği, en çok canının yandığı, en büyük kayıbı onların yaşadığı bu adaletsiz Dünya’ya isyan ediyorum...
Hayatta kalanlara sabır, yaralılara şifa diliyorum. Ölü sayısının artmaması için dua etmekten başka elimden bir şey gelmiyor olmasına, kahroluyorum.
****
Döneyim şimdi başlığını attığım yazıma.
Her şey nasıl başladı biliyor musunuz?
Arayışla.
Ne işe yarayacağımı bilememekle.
Bir şeyler yapma şansınız olduğunu düşünüyorsunuz; ama ne işe yarayacağınızı ve bunu nasıl yapacağınızı da bilmiyorsunuz.
İnsanın bir “hayat amacının” olmaması, ya da bir amacı olabileceğini bilip de onu keşfedememiş olması sıkıntılı ve zor bir dönem. Benim için zordu yani.
Ben hayatımın her döneminde spor yaptım ama ne zaman ki; aklımın erdiği bir zamanda, binlerce soru işareti içinde bunalan kafamla beraber, amaçlarını bulmuş, ne istediğini ve ne yapmak istediğini anlamış sporcunun içine düştüm; işte o zaman aslında en çok neyin eksikliğini duyduğumuzu da anladım.
Azim, tutarlı istikrarlı sürdürülebilir düşünme ve beden gücü, çalışkanlık, planlı programlı olmak, kulaklarını çoğu zaman içi bilgi değil önyargı ve hatta eksik ve yanlış bilgi dolu olan yorumlara kapatmak. Dayanıklılık, devam etme gücü, koşulsuz yardımlaşma, doğaya yakınlık, kendine ve çevrene güvenmek, dürüstlük, gerçeklik... Son olarak de yaşanarak kazanılmış bedensel, ruhsal ve duygusal olgunluk deneyimi. Hatta empati de ekleyebilirim.
Daha da önemlisi ETİK!
Ve hatta sevdiğin için, tutkunu olduğun şey için her türlü bahaneyi geride bırakıp harekete geçebilme yetisi.
Evet, eksiklerimiz bunlar bence.
Bunların hayati eksiklikler olduklarını ve her birinin sporla kazanılabilen, geliştirilebilen şeyler olduğunu da bizzat yaşayarak, görerek, deneyimleyerek öğrendiğimi eklemek istiyorum.
İşte bunları fark ettiğim zaman bir şeyler yapmaya; koşmayı ve koştuğumda hislerimi herkesle yazarak videolar çekerek paylaşmaya karar vererek, kendimce doğru olduğunu düşündüğüm yerden başladım.
Tam 7 yıl olmuş biliyor musunuz?
7 yıldır, ayıptır söylemesi büyük sabırla (çünkü çok büyük sabır gerektiriyor!), bizlere spor ruhunu anlatmaya çabalıyorum.
Ayaklarım nasırlar oldu, tırnaklarım düştü, sular seller topladı, patladı ama yılmadım; çünkü benden çok daha fazlasını yaşayan, benden çok daha fazla anlatılmaya değer işler başaran nice insan görüyorum. Onlar yılmadıkça, onlar şikayet etmedikçe kendimde o hakkı hiç görmüyorum.
Çok uzun mesafeler, yani bir maraton mesafesi olan 42km195metreden de uzun olan “Ultra Maraton” dediğimiz ve zorlu doğa koşullarında koşan arkadaşlarımın hallerini, duruşlarını, hayata ve zorluklara bakış açılarını görüp, çözümlere nasıl odaklandıklarını, nasıl anlık değişen sağlık, coğrafi, fiziki, beyinsel, bedensel ve ruhsal güçlüklere karşı yeni çözümler ürettiklerini görünce, insan hayatta olduğu sürece halledemeyeceği şey yok diyor, daha büyük ilham ve güç buluyorum.
Bu girişi yazmamın nedeni bu sene 3. Kez koştuğum İznik Ultra Maratonu’nun 46km’lik Dağ Maratonu raporuna giriş yapmak içindi.
Yine başa dönüp düzeltme filan yapmadan yazıyorum bu yazıyı.
Koşmak veya spor yapmak sadece fiziksel bir eylem değil.
Dünya’nın ve Türkiye’nin en iyi ultra maratoncularının katıldığı İznik Ultra’ya tüm ulusal kanalların, spor kanallarının, gazetelerinin de gelip böylesi zor ve dayanıklılık isteyen bu sporu ve sporcuları, birincisinden sonuncusuna kadar yazıp çizmelerini çok isterdim!
Diğer yandan, insanın kendi tecrübelerini yazması, her yarış sonrası o yarışın raporunu paylaşması koşmaya başlayan veya ilerleyen veya hatta tecrübeli olanlar için bile çok önemli bir kazanım.
Her bir kişinin o parkurdaki tecrübesinden sonsuz bilgi ediniyorsunuz.
O yüzden, hiç koşmadan bunun ne anlama geldiğini bilmeden bana kalkıp “kendini yazmışsın” diyerek eleştirenlere önceden cevabımı vermiş olayım.
İznik Ultra’dan önce en son koştuğum yarış Geyik Yarışı idi. O yarışta ormanın büyüsüne kapılıp yine çekim yapmak, ağaçları güneşi izlemek için oyalanıp aslında çok daha iyi bir süre ile yarışı tamamlayacakken yapamayınca üzülmüş, triatlet olan ve kürsülerden azmi ve çalışkanlığıyla inmeyen arkadaşım Ayşin Özer Başkır’a “Nasıl oluyor da konsantrasyonun dağılmıyor?” diye sormuştum.
Ayşin bana “Yonca, bir yarış çok zor organize ediliyor. Dahası o yarışa ne çok amatör ve profesyonel sporcu katılıyor. O yarışın hakkını vermek, saygı göstermek ve layığıyla koşmak da, spora ve sporcuya saygının bir parçası diye düşünüyorum.” demişti.
Bu sözden çok etkilendim. Hiç bu açıdan bakmamıştım. Evet, çok seviyorum koşmayı, eğlenerek koşmayı ama doğru da bir taraf var bu söylemde.
Bir şeyin hakkını vermek!
Şimdi size, hayatımda en çok hakkını vererek koştuğum en zor 46km’lik yarışımı nasıl 47.5km koşmayı başardığımı anlatayım hele.
Yine yeniden bu da haneme yazılmış yepyeni bir hayat dersi, ve ömre bedel bir madalyanın hikayesidir.
Yonca
“tadı damağında”
Önden hap bilgi:
Maraton: 42km 195metre koşulan mesafedir.
Ultra Maraton bu mesafeden uzun olandır. Dağ Maratonu, Ultra Maraton dediğimiz yarışlar zor doğa koşullarında, inişli çıkışlı, zeminin çamurdan kuma, çakıldan toprağa, dereden tepeye hayli zorlu koşullarda sırtınızda bir çanta içinde zorunlu malzemeleriniz, su haznesi ile koşulan bir yarış türüdür.
Ciddi dayanıklılık gerektirmektedir. Sağlık kontrolleri sonrasında yeterli antrenman yaparak hazırlanmak gerekir.
****
Kendini bilmek iyidir
Geçen sene 80km bitirince “Bu Dünya’da başaramayacağım şey yok, yeter ki çalışayım!” demiş, bu sene için İznik Ultra 130km’yi koşmayı hayal etmiştim.
Birinci ders: Hayat sen planlar yaparken sana nanik yapan süreçtir.
Oysa bu sene çocuklarımın büyümesiyle şartların değişmesi, bitmek bilmeyen seyahatlerim üzerine gönül yorgunluklarıma ve uykusuzluğa olan direncimin azalması antrenmanlarımı etkiledi.
Şöyle bir kıyaslama yapayım dedim, geçen sene Ocak-Nisan 2014 arasında yaklaşık 600km koşu antrenmanı yaparak 80km’ye çok hazır hissederek girmiş olmama karşılık bu sene, Ocak-Nisan arası 500km antrenman yapsam da kendimi 46km’ye bile hazır hissetmedim.
Bu şu demek, haftada kimi zaman 30km anca koşabilmişim. Oysa doğru düzgün bir 42km maraton koşabilmek için haftada en az 60-70km antrenman gerekir.
Dahası tanıdığım iyi koşan arkadaşlarım haftada 100km ve üstüne varan bir antrenman yapıyorlar. Bu da biraz moralimi bozdu. İnsan yapabileceğini hayal edip yapamadıkça üzülüyor. Dahası iyi antrenman olmadan keyif acıya dönüşüyor.
Nitekim, geçen seneki gücümü yerinde hissetmediğim için, değil 80km, 130km haşa, 46km’ye anca yazılabildim. Kendimi de ilk defa bu kadar gerçekçi gördüğüm için, ayrıca takdir ettim.
Bu arada beni en çok tedirgin eden şey, ASICS Team Türkiye olarak katıldığımız yarışta, bizi takım haline getiren, kendisi de koşan arkadaşımız ASICS’in her şeyi olan Hande Güler arkadaşımın, bize “hedef”lerimizi beyan etmemizi istemesi oldu.
Ben “hedef” kelimesine bile alerji duyuyorum. Kurumsaldan kopma nedenlerimden biri de o kelimedir.
Hedef!
Tutturdun tutturmadın derdi. Yani, bu yarış mantığı, beni yerle bir eden, yiyen bitiren bir duygu.
Yine de, takım arkadaşım Ayşin’in “yarışın hakkını vermek” adına söylediğini düşününce, ve herkes çatır çutur bir hedef verince, çok tantana edemedim. Bir yandan da, öyle anlayışlı bir takımın parçasıyım ki, hani kimse kürsüye çıktın çıkmadın olarak değil, kendini geliştirmek ve dahası şartların neyse o şartlar altında sporu anlatabilmek, sevdirebilmek, paylaşabilmek ve bizi izleyenlere de ilham verebilmek amacıyla birlikte olduğumuzu biliyor, yine de herkes herkese sonsuz destek ve moral veriyor. Yoksa bu takımın yüz karası sayılmalıyım. En yavaş giden, en az antrenman yapabilen benim...
Hande’ye yaptığım bin tane “kıl oldum sana” şekilli isyanımdan sonra, kendimce yapamadığım hesaplarım, bir önceki sene aynı parkurun ters yüz edilmemiş haliyle 42.km’ye vardığım 5 saat 42dakikayı da göz önünde bulundurup, bu sene 46km için verilen 8.5 saatlik zamanı düşünüp, kendimi 80km bitirmiş insan tecrübesiyle değerlendirip (bababababa bana bak sen... çok gülüyorum bu zorlama teknik hallerime ya neyse) hani öyle bir saat vereyim ki, kimseye de rezil olmayayım ve illa hedefi tutturmuş olayım “küçük aklımla” hedefimi 7 saat altında gelmek olarak verdim.
Öte yandan, yarışa az zaman kala parkurun bu sene ters yönde koşulacağı, daha zor olabileceği, ve mesafelerin önceden açıklanan 80km için 83, 130km için 136km, 42’lik Dağ Maratonunun ise 46km’ye çıktığı bilgisi gelince, kararıma daha da bi şükrettim.
7 saat altında bitiremezsem Hande’nin boğazına yapışır “ben hem koştum, hem video çektim, hem yazılarımı yetiştirdim, bana ne ben hedef medef tanımaaaam” naraları atarım diye de kendime söz verdim.
Bu yazdığım ek 3-5km’ler size bir şey ifade etmiyor olabilir ama, 10 saat üstünde koşarak vardığın 80km üzerine 1metre git deseler kafa göz yarabilirsin. Gerçi koşan arkadaşlarım arasında 500km bitirse bile sinirlenen ve kalp kıran tek kişi hiç görmedim!
İkinci Ders: koşullar ne kadar ağır, acılı, zor olursa olsun insan sevdiği ve kendi kararıyla çıktığı yolda her daim sevgi ve saygı dolu davranıp sinir stres yönetimini sporla çok daha iyi yapabilir. Sporcu ruhu ulvi bir erdem barındırıyor.
Terbiyeli bağırsak iyidir
136km için gece yarısı start verildiğinde deliler gibi yazı yetiştirmeye çalışıyordum. Start alan arkadaşlarımızın kaldığımız Çamlık Motel önünden geçeceğini idrak ettiğim an, kuzenim Damla ile beraber resmen don paça kendimizi otelin önüne atıp her birine elimizden geldiğince “ha gayret” dedik. Gecenin karanlığında o dağlar tepeler nasıl aşılacak düşündükçe tüylerimiz diken diken odaya dönüp uyumaya çalışsak da pek uyku tutmadı.
Arkadaşların sabah sen uyandığında yaklaşık 8 saattir koşuyor olacak düşünsene.
Uyuyamadığım için hayıflanır gibi olduğumda Damla beni uyardı: “Yonca millet hala koşuyor, ne uykusuzluğu şikayeti yahu!”. O an, kendime geldim.
Artık bağırsaklarım da öyle terbiyeli ki, özellikle o sabah yarış varsa, kalkar kalkmaz beni hiç üzmeden boşalıveriyorlar. Tuvallette bunu düşünüp kendi kendime güldüm.
Yapamadığım antrenmanlar için ben üzüldükçe benimle bir üzülerek kendini helak eden Koçum Halil Emre ve Doktorum Nurhayat Gül ile beraber karar verdiğimiz kahvaltımı yaptım.
Keçi boynuzu pekmezli tahin ve yulaf üstüne meyvemi yiyip bitirdiğimde saat 8:00’di. Üzerine Nurhayat’ın hazırladığı yüksek karbonhidrat ve protein içeren bir bitkisel, tohumsal, yulaf gevreğimsi karışımı yedim. O kadar inanılmaz bir tokluk ve enerjim vardı ki, saat 12’deki startı nasıl bekleyeceğim diye karalar bastı.
83km’ciler 10:00’da, biz 46km’ciler ise saat 12:00’de yani öğle sıcağında Narlıca’dan start alacaktık. 2-3 tane çayımı içtim. Sade Türk Kahvemin yanında 1 hurma yedim. Mümkün olduğunca sessiz, sakin durmaya çalıştım. Bu inanın için benim için işin en zor kısmı. Ama daha önce kendimi yarış öncelerinde nasıl zıp zıp tükettiğimi bildiğimden, artık bu konuda ciddiyim. Benim o halimi gören hem ASICS Türkiye takım arkadaşlarım hem diğer tanıdık tanımadık koşucu 5-10 kere “Yonca bir derdin mi var, iyi misin?” diye beni yokladı.
Sakin halim herkese üzüntülüymüşüm, veya sinirliymişim çağrışımı yapıyor. Annem de der, “Yonca senin susman çok kötü oluyor, insan sana sus dediğine pişman oluyor” diye.
Bu arada, yarış öncesi susuz kalmamaya da dikkat ettim. Zaten her gün düzenli, susamadan su içmeye özen gösteriyorum. Dahası Dubai’de beklediğimizden önce bastıran sıcak ve nem ile aslında sıcakta koşmaya alışık olduğumdan, birçok arkadaşımın hava sıcaklığını haklı olarak endişeyle karşılamasını anlasam da, benim için o kadar da sıcak diyebildiğim bir hava değildi.
Önceden karar verdiğim kılığımı giydim.
Sırt çantama soğuttuğum 1.2litre suyu, ön cebimdeki yumuşak su haznesine sulandırılmış bir jeli, kolay ulaşabildiğim ceplere 1 adet protein bar, 1 avuç karışık tuzlu fıstık, fındık ve 3 adet de enerji jeli koydum. Bu arada geçen sene beni 60.km’de kendime getiren çikolatalı bir “recovery” yani “toparlama” toz karışımı vardı, onu da aldım diye hatırlıyorum. Hay hafızama ne desem bilmem! Meğer onu sonradan çıkarıp daha sonra almak için bıraktığımız çantama atmışım. En çok ihtiyaç duyduğum anda, bulamamak moralimi çok bozdu.
Zorunlu malzemelerin bir gün önce kontrol edildiği çantamı sırtıma taktım ve bizi starta götürecek minibüsün olduğu yere gittim.
Minibüsle Narlıca için yola çıktığımızda herkes pek neşeli, pek iyimser ve pek şen şakraktı. O ortamda kendimi sessiz sedasız zapt edebildiğime inanamadım.
Üçüncü Ders: Demek insan istedi mi, kendini kontrol edebiliyor.
Minibüsçü Amca’nın bizi yanlış yere götürdüğünü ve starttan çok alakasız bir yere doğru yol aldığımızı fark ettiğimizde Uludağ karşımızdaydı. Neyse ki, yine de zamanında Narlıca’ya zamanından önce vardık. Narlıca’da ortam inanılmazdı. Daha önce iki kere 80km yarışında 42.km finişi olarak önünden takviye alıp koşup devam ettiğim yer bu sefer 136km’cilerin 90km takviye noktası idi. Onların yukarıdan koşarak, yürüyerek gelişlerini alkışlarla karşılayarak, yüreklendirerek kendi startımızı bekledik. Arkadaşlarımızın verdiği bedensel ve mental savaş gözlerinden okunuyordu. Yine de sabaha kadar koşmuş, tepede yükselen güneşe rağmen bu kadar güler yüzle 90.km’ye varan insanları görmek, kendini sarsıp dert ettiğin 46km ne ki dedirtiyor. Bir yandan da, geçtiğimiz sene 80km koşmuş olmak ve bu sene 46km’ye “düşmüş” ve“136km”ye çıkamamış olmak gibi bir garip utanç, eziklik hissi vardı içimde. Çok saçma bir his olduğunu ben biliyorum siz söyleyemeyin.
Nitekim söz konusu böylesi dayanıklılık gerektiren bir spor olunca, mesafe azalınca geriledin, bittin demek filan değil. Bilinçlenme, kendini farklı şekilde sınamak, yeni tecrübe, ve hiçbir şeyi az görme, ya da çok büyütmeme dersi, hatta ego terbiyesi de denilebilir belki. Nitekim, bu 46km koştuğum, benim için 80km’ye bedeldi...
Düzlük her zaman kolay değildir
Start zamanımız geldiğinde, startı vermek üzere gelmekte geciken Vali’ye içimden sitem ettiğimi hatırlıyorum. Bir Cumartesi sabahı, trafik veya mesai yokken, sporcuların aylarca hazırlandığı bir yarışa geç gelmeyi anlayamıyorum. Spora sporcuya destek olmak isteyen, hepimizden önce hazır olur, yoksa bunun adı gösteriş olur, bunu söylemeden geçemeyeceğim.
10 dakika gecikmeli de olsa, start verildi. Kendimden emin, sakin, kendimi iyi ve hazır hissetmedikçe çekim yapmama kararımdan dönmemeye yemin etmiş bir şekilde koşmaya başladım. ASICS takım arkadaşlarımdan Ironman Özlem Duygu, triatlet Ayşin Özer Başkır, Yasemin Göktaş uzadı gitti. Zaten onları hiç yakalayabilme şansım olmadığını bildiğimden arkalarından yolları açık ve kürsüleri bol olsun dileği tuttum. Bunca işlerinin arasında bütün bu başarıları elde ediyor olmaları beni inanılmaz gururlandırıyor.
Diğer takım arkadaşım Ilgaz Kuruyazıcı’yı ileride koşarken gözümün ucuyla görüyordum. Ilgaz’ın koşu öncesi esprileri aklıma geldikçe gülmem tutuyordu.
Önümüzde Müşküle’nin ulu Çınar Ağacı’na kadar yaklaşık 4km kadar dümdüz asfalt bir mesafe vardı. Sağımdan solumdan geçen herkes “Aaaa Yonca sen bu sene 80 koşmuyor musun?” dedikçe içim burkuldu. “Yok bu sene 46” diyerek kısa kesmeye çalışıp içimden kendime saydırmadığım küfür bırakmadım. “Çalışsaydın Yonca! Yapamadım, hayal kırıklığısın sen!” filan gibi şeyler dedim kendime. İnanır mısınız, o cümleler aklımda dolaşmaya başladığında daha ikinci kilometreye gelmemiştik ve ben koşamaz haldeydim.
Nefesim tıkanmış, dalağım şişmiş, kalbim saçma sapan atan bir halde, nabzım abuk subuktu her halde.
Moralimin nasıl bozulduğunu, “Düz yolda koşamıyorsun kızım sen! 33’ü tırmanış olan 46km’yi nasıl dağları aşarak koşacaksın? Sen bittin, koşu hayatın da bitti. Müstahaksın!” şeklinde kendimi paralamaya başladığımı fark etmem, hiç tanımadığım bir koşucunun yanıma gelip “Ben sizin yazdıklarınızı okuyarak koşmaya başladım. Siz bana büyük ilham kaynağısınız. Bu benim ilk maratonum. Sizi okumasam 1km bile koşamazdım” demesi oldu.
Birden kafama balyoz indi.
Kendisine dolu dolu teşekkür ettim. Kendimi toplama kararı aldım.
“Yonca, sen ne öğrendin bunca maraton antrenmanı ve yarıştan kendine dair söyle bakayım kendine! Kızım sen hayatın boyunca bir işe ilk başladığında moralsiz oluyorsun. Kendini güçsüz hissediyorsun. Sonra zaman geçtikçe kendine güvenin geliyor, açılıyorsun. Sorunları geride bırakıp çözümlere kitlenip ileri bakmaya başlıyorsun. Sonradan açıldığını unutma. Kendine zaman ver. Ha bir de şunu öğrendin sen Yonca, yol uzun olduğunda son zorluklarda kafan seni yarı yolda bırakabiliyor. Seni vazgeçirmeye çalışıyor. Ama ne zaman ki o kısmı atlatıyorsun, o işin bitişi hep muhteşem oluyor. Hadi kızım topla kendini, bunları unutma. Bak önünde bir yıldır özlediğin Müşküle Köyü var. Oraya geldin mi, köyün güzel insanları çocukları iyi gelir sana. Hem, düzlükler her zaman kolay gelecek diye kim demiş. Herkesin bellediği klişelerin tanımların yerle bir olduğu, ancak kendi deneyimin her şeyi sıfırdan yazdığı bir şey değil miydi ultra maraton?
E öyleydi. Hah şöyle. Morali bozma, geçen seneden az antrenmanlısın belki; ama antrenmanlısın unutma. Devam et. Kendini hırpalayarak zaman harcama.”
Dördüncü Ders: Başkasına kolay gelen sana zor gelebilir. Bu sonucu değiştirmez. Sen yeter ki kendine ve gittiğin yola bak. Klişe tanımlara takılma. Kendini tanımını kendin yaz.
Gelsin yokuşlar benim batonlarım var
Müşküle’ye daha önce yokuş aşağı koşarak coşkuyla geliyorduk. Bu sefer tersten koşunca, yokuş yukarı dilimiz dışarıda vardık. Köy yine bizi sokaklarda alkışlarla destekleyerek karşıladı. Orada hızlı bir şekilde düzlükte haddinden fazla tükettiğim su tankıma su ekledim ve zaman kaybetmeden aynen devam ettim.
Geçen seneden öğrendiğim en önemli şey, ikmal noktalarında gereksiz oyalanmamak. Orada önemsemediğin 1-2 dakika sana arazide kimi zaman ömre bedel bir zaman kaybı olabiliyor.
Havanın artan sıcağını fark ettikçe, 83km ve 136km koşan arkadaşlarımı düşündüm. Her biri hayli serinden gelmişlerdi. Bense zaten sıcaktan geldiğim için daha rahattım. Takım arkadaşım Mert Derman bu konuda haklı olarak hayli endişeliydi. Ankara’da kar yağmıştı gelmeden ve hava şu an sanki 30 derece filandı. Oysa ben 40 derece Dubai’den, ve sıcakta antrenman alışkanlığımla gelmiş olduğumdan çok daha rahattım bu havada. Sırt çantamdaki suyumun içine elektrolit damlattığım için de, tuz kaybıma dair giderek daha iyi bir yönetim yaptığıma 2 senedir eminim. Bu da sıcakta koşma deneyimi ile kazanılıyor, orası kesin.
Müşküle’den sonra tırmanış başladı ve tüm yarış boyu deli gibi bitmek bilmeden devam etti. Patikalar dikleştikçe, batonlarımın yedek bacaklar olduklarını hayal ettim ve sabah acaba yanıma baton almasam mı diye tereddüt ettiğim için kendime yuh çektim. Patika ve dağ maratonu antrenmanı Dubai çöllerinde yapamayan ben için, baton kaçınılmaz bir destek. Daha sonra Aykut Çelikbaş – kendisi 136km 3.sü olan ve 246km’lik Spartathlon’u 36 saat altında bititrmiş tek Türk ve efsane bir koşucudur – “ne kadar çok patika antrenmanı yaparsan o kadar tecrübe kazanır, batona hiç ihtiyaç duymaz hale gelirsin” dedi. Doğrudur.
Dağın bir yerinde takım arkadaşım Ilgaz’la karşılaştım. Müzik dinleyerek emin bir şekilde ilerliyordu. Gözlerimizle her şey yolunda gibisinden anlaştık. Yolumuza devam ettik.
Sağ-sol, sağ-sol nasıl basıp çıkıyorum biliyor musunuz batonlarımla; sanırsınız o düzlükte koşamadığı için kendinden utanan insan ben değilim. Sanki birisi bana motor takmış. Öyle hızlı gidiyorum yokuş yukarı. Kendim de şaşkınım o gücümden.
Ilgaz daha sonra bana; “sana bir de batonu doğru kullanmayı öğretsek kim bilir nasıl uçacaksın?” dediğinde, baton kullanmayı da bilmediğimi anladım.
Onu da öğrenmek gerek... Ne çok öğrenecek şey var hani...
“Yokuş yukarı kendimi bu kadar iyi hissederek gitmem acaba sağ cebimdeki sulandırdığım jelden mi?” diye kurmaya başladım.
Nitekim, hayatımda sadece 4 kere rampa yukarı yarış deneyimi yaşadım. O da katıldığım 2 İznik Ultra, 1 Likya Yolu Ultra Maratonu, 1 Runfire Kapadokya sırasında oldu. Koca kış boyu tek bir yokuş veya eğim antrenmanım yok.
Rampalar öyle dik, öyle uzun, öyle bitmek bilmezdi ki, gücümün nereden kaynaklanacağını filan düşünmeyi bir kenara bıraktım. Yoluma baktım.
Koçum Halil’in dedikleri geldi aklıma; “Yonca sen antrenmandan değil düşünmekten yorgunsun. İyi gidiyorsun neden iyisin diye düşünüyorsun. Gidemiyorsun neden diye düşünüyorsun. Düşünmesen de koşsan daha az yorulacaksın!”.
Aynen Halil’in dediğini yapmaya başladım.
“Yonca kafaya sus çek, koşmaya devam et.”
Bu arada sıcak iyice bastırdığı için, susamadan düzenli olarak neredeyse km başına 1-2 yudum elektrolitli suyumdan içmeye devam ediyordum. Daha fazla terlediğimi düşündüğüm kısımlarda 3-4 yudum içerek ilerledim.
Sonra birilerini geçmeye başladım. Kimini tanıyordum, kimini ilk defa görüyordum. Ultra Maraton ortamları bana yol ve şehir koşularından çok daha sıcak, çok daha anlamlı geliyorsa, o da dağlarda o zor parkurda koşan herkesin, birbirine karşı olan sonsuz yardım etme, halden anlama tavrıdır.
Nitekim sürekli biri beni geçiyor, ben birilerini geçiyorum rampalarda. Her seferinde herkes birbirine, “kolay gelsin, bol şans, bir şeye ihtiyacın var mı?” gibi sorular soruyor veya kısa süreli moral verici sohbetler ediyordu. Beni görüp de “Yonca susarak mı konuşarak mı koşuyorsun bu sene?” diye soran birisine kahkaha attığımı hatırlıyorum ama o kişiyi hatırlamıyorum. “Sen güldürüne kadar susaraktı” diyebildim bir süre beraber sessizce gülümseyerek devam ettik.
O ara bir yerlerde bir diğer takım arkadaşım Yasemin Göktaş’la karşılaştım ve daha önce aramızda takımcak esprisini yaptığımız “Şemsettin” şarkısını söyleyerek avaz avaz koştuk. Sonra Yasemin yine bastı gitti. O ara kısa bir düzlük göründü ve kabus gibi ama koşamaz oldum yine.
Madem yavaşladım, 16.km Süleymaniye’deki ikmal noktası öncesi yaptığım çekimleri Instagram’da paylaşayım dedim. Demez olaydım!
Acele hata yaptırır
Bir yandan hafif tempoda koşup diğer yandan çektiğim videolara kısa bi şeyler yazıp video kesip biçerken yarış işaretlerini kaçırmışım. Panikledim.
Süleymaniyeli bir Amca gördüm “Amca buradan koşarak geçen oldu mu?” diye sordum dehşet içinde. Kaybolmak feci moral bozan bir şey. Amca bana “Kızım senin arkadaşların bazısı buradan, bazısı arkadan koşuyo; ama hepsi aynı yere gidiyo dert etme” deyince, hızlandım. Kendime adım başına 44 küfür bastım. “Hala aklın başına ermedi Yonca! Ne olur videoları yarış bitsin öyle paylaş, ne var? Kim boğazına basıyor? Video paylaşmadın diye döven mi var? Olan sana oluyor!”.
Kendime söverken, ileride ikmal noktasındaki gönüllü arkadaşlarımı gördüm.
Onları görmek nasıl bir his anlatamam. Çölde su bulmak gibi.
Gönüllüler yarışın kalbi, eli ayağı. Onlara vardığımız an psikolojiler başka durumda, bedenler başka durumda. Nasıl güler yüzle, saatlerce her gelene iyi davranıyorlar anlatılmaz.
Nitekim panikle “Ben çok mu kayboldum?” dediğimde, “Hiç merak etme Yonca, birkaç kişi daha oradan geldi, sadece 100 metre fark etti. Çok kaybın yok” cevabını alınca, derin bir “oh!” çektim. Ama tabi bu olay nasıl bir stres yaptıysa bende, çantama su doldururken her yerime döktüm. Suyu döktüğüme üzüldüm. Sonra zaman kaybediyorum paniğiyle, ağzıma tek lokma atmadan bastım gittim.
Oysa tüm hesabım o noktada ağzıma bir dilim mandalina veya muz atmak üzerine kuruluydu.
O andan itibaren yeniden başlayan deli gibi tırmanış, insana ya kafamı ya belimi ya kollarımı kırmadan şuradan geçeyim hele dedirten bir değil 2 çamur patika, sıcağın haşlama noktasına varışı ile dilim damağıma yapışmış bir şekilde abandım sulandırışmış jelli insana enerji verirken tiksindiren matarama.
Beşinci ders: Bedenin ihtiyaçlarını dinle, erteleme, geciktirme, görmezden gelme, önceliğin onları karşılamak olsun. Doğa ile savaşma, koşullarını kabullen ve uyum sağla.
Muz var mı muz?
Daha önce o jeli bir kere sulandırmadan kullanmış, yarış sonrasında ne kadar çok tiksinmiştim size anlatamam. Ancak daha iyi de bir alternatif geliştiremediğimden bu sefer sulandırılmış haliyle kendime takviye yapmaya çalışmak akıllıca gelmişti. Önümde 31.km’ye kadar çok zor bir rota vardı. Toplamda 33km’lik rampa yukarı koşu olan bu parkurda ilk defa o an yanımdaki takviyenin beni idare etmeyeceğini düşününce, içimiz büyük bir korku aldı.
Hem antrenmanımı az bulduğum, hem de tahminimin de üstünde zorlaşmış parkurda yetersiz gıda ile kalakalmış hissetmek, iki sene önce doğru düzgün beslenmeden koşup 75.km’de diskalifiye olduktan sonra düştüğüm ürkütücü sağlık durumumu aklıma getirdi ve o an, ikmal noktasına geri dönüp masada ne var ne yok çantama atmak istedim.
Bir yandan abartılı çamurlu parkurun içinden koşarak geçmeye, bir yandan batonların önümdeki arkamdaki koşucu arkadaşlarıma saplanmamasına dikkat etmeye, bir yandan çamura yapışan baton beni geri çekerken ayağımın altından kayan ve beni buz üstünde gidiyormuşum hissine sokan çamurda kayıp düşüp oramı buramı kırmadan gitmeye çabalarken, İznik Ultra’nın yaratıcısı Caner Odabaşoğlu’nu ve Macera Akademisini sevgiyle anmaya başladım. ?
“Caner bize İznik Ultra içine 2 tane de Geyik Yarışı serpiştirdik” demedi diye bayağı hışımla sayıkladığımı biliyorum.
Bir ara öyle bir çamur deryasının içindeydik ki, o sırada tesadüfen aynı noktada buluşan yaklaşık 5-6 kişi dikenlerin arasına dalıp ayaklarımızın çamurdan betonlaşarak ağırlaşmasını nispeten azaltmak istedik. Hepimiz zorlanıyor ve uzayan saatlerle tüm hesapların şaştığından, bu sefer yarışın hepimizi perişan ettiğinden dem vuruyorduk.
“Acaba bir tek bana mı bu sefer bu parkur çok zorlaşmış gibi geliyor, yoksa herkese kolay bi bana mı zor geliyor?” sorusunun cevabını bulmak iyi idi.
Derken bir başka 46km’ci hayli morali bozuk bir şekilde yolun kenarında durmuş, “Geçen sene de koştum, bu sene çok zorlaşmış. Gidemiyorum. Bırakasım var, bacaklar gitmiyor.”dediğinde durumun ciddiyetini iyice kavradım.
Kendime haksızlık etmediğimi, gerçekten zor olduğunu anlamış olmak, düşünmek kendime güven getirdi.
Yine çok düşünmeden devam etme kararı aldım.
Öyle çok rampa vardı ki, ve öyle uzunlardı ki, ve öyle bir bitmek bilmiyordu ki, kafamı susturmak iyice güçleşti.
Ama en çok şaşırdığım şey o kadar zorluk ve çamur ve patika içinde bir tek kere bile aklıma bırakmak, veya çoğu şehir maratonunda aklıma her 25-28km civarı gelen “Sende akıl yok Yonca. Olsa, yaşamak için daha kolay bi şey severdin. Bu maratonlar çok uzun, ne gerek var. Bırak. Canın acıyor. Çok zor, bitmez bu yol. Vazgeç” kafaları hiç ama hiç gelmedi.
Hatta geçen sene 50.km’de yaşadığım kabus, bırakmak için beynimin bana hazırlayıp sunduğu olağanüstü mantıklı nedenlerin hiçbiri zerre aklıma gelmedi.
Hatta bunu da düşünmeye başladım.
Demek ki doğanın içinde koşmak bana bambaşka bir güç veriyor. Asfalt değil toprak bana güç veriyor...Veya başladığım nokta ile vardığım nokta arasında aynı yerde dönüp dolanmamak bana iyi geliyor.
BU cümleyi kafamda kurduğum an, garip bir güç geldi üstüme.
Yani o kadar bana oturan bir cümleydi ki!
Ben hayatım boyunca aynı yerde dönüp durmaktan, bir yere sıkışıp kalmaktan, kısır döngülerden, beni başladığım yere hiçbir şey kazandırmadan döndüren hatalardan çok çektim. Bana hiç iyi gelmedi aynı yolu gelip gitmek.
Bir şeyi yarım bıraktıysam, kendimi başarısız hissettiysem hep o gel gitler yüzündendi. Oysa doğa içinde uzun mesafe koşuları, yani “trail” denen yarışlarda neredeyse hiçbir zaman aynı yerden iki kere geçemiyorsunuz. Bir yolu sil baştan yapmadan, sürekli ileriye gidiyorsunuz. Ben bir yerden başlayıp bir yere varabilmeyi seviyorum işte. Sürekli ilerlemeyi, ilerleyerek keşfetmeyi seviyorum.
Neyse, bu arada yanımdaki protein barlardan birinin yarısını zar zor yedim. Ne midem, ne bünyem ne de içim katı hiçbir şey istemediği gibi, nereye baksam aklıma muz geliyordu. Tükürük bezlerim bile muz diye inliyor gibiydi.
Acaba neden böyle oldu diye düşüneyim dedim ama rampa öyle berbattı ki, düşünemedim. Yanımdan gelen geçen herkese, bir sonraki ikmal noktasında muz verecekler mi diye en az 5 kere sormuşumdur.
Bu arada mandalina veya portakal da feci canım çekti.
O ara sürekli hayal kurdum.
“31.km’de Derbent’e gelince muz yiyeceğim, portakal yiyeceğim ohhhh nasıl güzel serinletecek beni. Midemin o iğrenç jelli şekerinden yanmış duvarını kendine getirecek muz.”
Sonra baktım rampalar bitmiyor kendime içinde muz olan komik deyimler uydurma oyunu oynatmaya başladım.
Hem koşmaya çabalıyorum hem de kafamdan:
“Bana 1 muz verenin kırk yıl kölesi olurum”,
“1 muz bin musibetten iyidir”
“Muz gibi yar olmaz”
“Muzu görmeden paçaları sıvama” filan diye hayli saçmalarken birden;
“Bana muzunu göster sana kim olduğunu söyleyeyim!” dedim ve kahkaha atarken taşa geçirdiğim başparmağımın acısıyla kendime geldim. Tabi bu arada gözümden yaşlar geldi gülmekten. Yani insan kendi başına daha ne kadar saçmalayabilir bilmiyorum.
O ara, bir tek kızım Destina’ya hamile olduğumda bu kadar çok muza aşerdiğimi de hatırladım. Bedenimin kesin o ara bir minerali eksildi ki, bu kadar çok muz diye yalvardı. Nasıl olup da yanıma bi muz almadığıma hala inanamıyorum. Bu da benim o 46km’yi küçümsemiş olmamla alakalı korkarım. Oh olsun bana!
Kızım sen yalnız başına dağlarda korkmuyor musun?
Muz hayalleriyle koşarken Derbent’e az kaldığını anladığımda, üstüme deli gücü geldi. Tam o sırada bana nasıl olup da 29-30km civarı böylesi bir güç geldiğini ve bunun hep olduğunu irdelemeye çalışırken, arkamdan bir traktörün geldiğini fark ettim.
Traktör beni solladı ve arkada oturan Teyze: “Kızıııım sen korkmuyor musun bi başına dağda koşmaya gel götürelim seni Derbent’e” dedi. Gülümsedim: “Yok Teyze olur mu hiç, korkmuyorum sen merak etme, arkamda önümde bi dolu arkadaşım var” dedim. Teyze de, “sen bilirsin kızım, Allah bacaklarına güç kuvvet versin” dedi. Traktör uzadı gitti. Ben de bir süre arkasından bakarak koştum.
Sonra nasıl da aklıma hiç korkmak gelmedi konusunu düşünmeye başladım.
Yemin ederim şu hayatta başıma ne geliyorsa, saçma sapan ve gerekli gereksiz demeden her söylenen cümleyi düşünmekten geliyor. Yahu Teyze demiş gitmiş. Ne düşünüyorsun sen artık vay efendim neden aklıma korkmak gelmemiş neden gelmemişmiş. Neden gelmemişse gelmemiş işte.
Sen yoluna baksana a be kızım Yonca.
Bu arada o Teyzemin korku temalı sorusu üzerine düşünürken, kendimi nasıl güzel kaptırıp koştuğumu size anlatamam. Sonra bi baktım, ne önümde ne arkamda bayağı bir süredir koşan kimse kalmamış. Ayol diyorum şimdi yanımdalardı, nereye gitti bu insanlar.
Tuvaletim de gelmişti, baktım ortalık müsait, hayli engebeli bir arazi, hızlı bir tuvalet molası verdim. Bacaklarımın ne kadar iyi durumda olduğuna, ne kadar kolay eğilip kalktığıma da şaşırdım ve koşmaya devam ettim.
O ara yalnızlık ve sessizlik biraz fazla geldi. Sağdaki yamaçtan aşağıya gözüm kaydı ki, herkes gümbür gümbür aşağıda başka bir patikada koşuyor.
Uzun zamandır tek bir işaretleme de görmediğimi fark edince, başımdan aşağı kaynar sular indi.
Kaybolmuşsun a be kızım Yonca, dön geri!
Ya ama nasıl da güzel koşuyordum oysa, hızımı almıştım. Tempom da süperdi.
Nasıl bir yıkım anlatamam. Acaba ne kadardır yanlış yoldayım bilinmeziyle gerisin geri koşmaya başladım.
Yaklaşık 700metre sonra 2 kişi daha gördüm. Onlara “Yol burası değil, tek işaret yok, ben hata yaptım dönüyorum, siz de dönün. Ya da isterseniz devam edin, işaret görürsem acil durum düdüğümü öttüreyim siz de öyle yapın” dedim, anlaştık. Onlar benim eski gittiğim yöne bense, gerisin geri koşmaya devam ettim ki, traktörle karşılaştığım noktada aşağı doğru inen bir patika başında işaretleri gördüm.
Bu arada o arkadaşlar da dönme kararı almışlardı, düdüğe gerek kalmadan, seslendiğimi duydular.
Hırsımdan ve sinirimden nasıl koşmaya başladıysam o deli patikadan aşağıya, yarış boyu daha hızlı gittiğim bir yer olmamış.
Çok kızdım kendime. En çok canımı sıkan şey de, tam olarak ne kadarlık bir mesafeyi bir türlü o kafayla hesap edememek oldu. 1km mi, 2 km mi kaybım vardı, ya da ne kadar süre dalgınlık yapmıştım, bilemedim gitti. Sonradan anladım ki, 1.4km fazladan koşmuşum.
Hedef olarak belirttiğim süre ve Ayşin’in bana bir şeyin hakkını vermekle ilgili söyledikleri iyice içime oturdu.
“Yonca, dikkatini topla. Her şeyi bir kenara bırak. Bu sefer de yarışın hakkını ver. Kendi emeğinin hakkını ver. O hedefi tutturma ve hayatının en iyi dağ maratonu süresini yapma şansın var. Hadi kızım. Bi gayret.”
Yarışın sözüm ona rampa aşağı koşmaya başladığımız için nispeten sevinebilecek olduğumuz kısmının bu kadar zor olacağını hiç aklıma getirmemiştim ama.
Hayatımda böyle şoka girmedim. O an işte, “Allah’ın sevgili kuluyum ki 80km’yi geçen sene koştum, ve ne kadar şanslıyım ki bu sene 46km koşma kararı aldım, yoksa bu parkurda 83km’de ruhu teslim eder, hayatımın her türlü yıkımını yaşardım” diye kendimi o iğrenç jelli takviye ile toparlamaya çabaladım.
Derbent’in girişinde “Bırak koşmayı kızım otur sohbete” diyen Amca’ya bile “muz var mı?” diye soracak kadar muza muhtaç bir halde ikmal noktasına gelip “muz var” dediklerinde sevinçten maymun olacaktım.
Muzları ağzıma nasıl attım biliyor musunuz? Aç hayvanlar gibi.
Midem jelden berbat halde yanıyordu. Muzun üzerine tuzlu fıstıkları yapıştırdım. Bir iki mandalina yedim. Su içtim. Su çantamı doldurdum. Bir yandan da, tam şimdi içsem nefis olur dediğim o başta bahsettiğim çikolatalı toparlayıcı içeceğimi diğer çantamda unuttuğumu fark edip yıkıldım. Sanki o an, yarışı bitiremeyeceğim hissi geldi; o hissi derhal kışkışladım.
Bakiye Duran geçen sene 80km startında bana; “Yoncacım başlayan iş biter. Kahvaltını ettin, akşam yemeğine yetiş.” diyerek güç vermişti. O an onun dediklerini düşündüm. Üzerine bolca tuzlu fıstık sokuşturup yapıştırdığım muzumu kaptım, gönüllü arkadaşlarıma teşekkür edip basıp gittim.
2km sonra 136km’nin son 10km’sine giren bir koşucuyla karşılaştığımda kendimi çok iyi hissediyordum. 126km’dir koşan o arkadaş, ayaklarını hafif sürüyordu; ama oldukça iyi görünüyor ve bana “Bitti bu yarış. Düşünecek bir şey kalmadı. Yanımda cephanem de kalmadı ama olsun. Bundan sonrası direk potaya, hep beraber gidiyoruz, bitti bu iş” diyerek moral veriyordu.
Tüylerim diken diken oldu. Ben 46km’nin şoku moku diyorum, bırakın siz beni, kimim ben! O arkadaşlarım geceden beri bu deli parkuru bitirmek için müthiş bir mücadele veriyorlardı.
Hayli yorgun göründüğünden, birden endişeyle: “Takviye isterseniz yanımda fazla jel var, bana lazım olmaz artık, size vereyim” dedim; ama bana: “Bunu demen bile beni 10km uçurur, hiç gerek yok, çok teşekkür ederim” dedi ve resmen sanki mucize oldu, inanılmaz bir şekilde koşmaya başladı uzadı gitti. Sonradan finişte gördüm, dans ediyordu.
Derken ileride bir genç kız gördüm. O da topallıyordu. Yanına koştum. 22 yaşında bir üniversite öğrencisiymiş. Daha önce Kapadokya’da 30km’lik bir yarışa katılmış ve arkadaşlarıyla öyle keyif almış ki, İznik’de 46km’ye gelmiş. Sohbet etmeye başladık. “Ayaklarım çok kötü oldu. Hiç bu kadar zorlanacağımı düşünmemiştim. Canım çok yanıyor, ama iyiyim merak etmeyin. Siz beni bırakın, devam edin” dedi. “Biliyor musun, ben eğer senin yaşında koşmaya, hele de böyle zor yarışlara katılmaya, senin şu yaptığını yapıyor olsaydım, hayatım kim bilir nasıl olurdu, müthiş bir şey bu yaptığın ve bana inanılmaz iyi geldin, seni kutlarım çocuk!” dedim.
Bir süre beraber koştuk. Yine çok sert bir rampa başladı ama bu sefer patika aşağı koşmak gerekiyordu, ve taşlar ayakkabının içinden ayaklarınızı delecekmişçesine acıtıyordu. O sırada parkurda bize doğru ters yönde gelen tanıdık koşucular gördüm, meğer hem koşanlara destek amaçlı hem de antrenman koşusu yapıyorlarmış. Faruk “ileride dere var, düşünme gir içine geç” dedi. Zaten çamurdan taş kesmiş ayaklarımı ferahlatmak için o kadar uzun zamandır böyle bir şey istiyordum ki, bu haber çok iyi geldi.
30-35km arası 2 çeşmeden buz gibi suyla yüzümü yıkamak iyi gelmişti; ama nedense ayaklarımı suya sokmak hiç aklıma gelmemişti.
Neyse, o hızla dereye geldim, koşarak içinden geçtim. O buz gibi suyun, nasıl bir uzun ömür hissi verdiğini tarif edemem.
Saatime baktım ve ekstradan ne kadar koştuğumu bilemesem de, tahminimce 7km kadar kaldığını düşündüm.
“Yonca bundan sonra ya sürekli Allah ne verdiyse koşar, Hande’ye al sana hedef dersin, ya da karanlığa kalır, hedefi tutturamaz, pisi pisine tutmadı diye bir sene kendini yersin” dedim.
Var ya arkadaşlar hayatında ilk defa böyle şeyler düşünüyor bu Yonca. Bu bağlamda Hande’ye beni ASICS takım üyesi yaptığı için gerçekten teşekkür etmeliyim, keza meğer ben de hedeflerden tırsmayıp tutturmak için kendimi azcık zorlayabiliyormuşum, bunu da deneyimledim.
E ama beni de suluyorsun Amca!
O anda hayatımda ilk defa bir yarışta resmen süre/hız/km hesapları yaparken buldum kendimi ve kendime ona göre bir plan kurdum. Tabi bu arada ayağımdaki su toplamalarından kaynaklanan acıyı kesinlikle yok sayma kararı aldım. Kendime: “Şu anda ilk defa koşmaya başladın. Akşam üstü gün batımı nefis bir tatlı esinti var, ve gölde gün batımı manzarasına koşuyorsun Yonca” gazı verdim.
Beyin çok ilginç bir güce sahip. Komutu verdin mi kitleniyor.
Ayağımdaki acıyı bir süre sonra tamamen unuttum. Nasıl keyifle koşmaya başladım anlatamam. İznik surlarının içinden geçip şehrin içine vardığımda, doğadan çıkıp araba ve trafik gürültüsü, inşaat halinde bir şehir, yol yapımı vesaire görmek beni biraz üzdü. Öte yandan yolun bir kısmının kapatılarak, koşanların can güvenliğinin sağlanmış olmasına çok sevindim. Trafik solumdan akarken, ben rahatça koşmaya devam edebiliyordum. Sağımda dükkanlarının önünde duran İzniklikerin hiçbir kere alkışlamamasına azcık içerledim. Müşküle’nin, Derbent’in verdiği desteği; bizi gören her köylünün gülümsediği, “Allah bacaklarınıza güç versin” diyerek uğurladığı dağlardan sonra şehirde tek bir destek cümlesi görmemek düşündürdü.
Hayatım boyunca şehirde koşmama kararı alsam mı diye düşünmeye başlayıp kararı finiş sonrasına bırakayım dedim.
Sanırım Dünya’da dükkanının, evinin önündeki asfaltı sulayan tek kültür bizimki. Ben koşarak gelirken caddeyi sulan bir Amca, benim geçiyor olduğumu görmesine rağmen, aynen devam ederek bir güzel beni de suladı. “E Amca beni de suluyorsun!” desem de pek duymadı. Ben de devam ettim zaten.
İznik Gölü’nün oraya dönen göbeğe geldiğimde, polis yolu durdurup benim geçmeme izin verdiğinde birileri “Koş Yonca Koş” diye bağırıyordu, gülümsedim. Bu ilgi insana nasıl iyi geliyor anlatamam.
O ara, polis “200metren kaldı” deyince, feleğimi şaştım. Hesabıma göre en az 1,5km kalmış olmalıydı. 83kmcilere başka yol, bize kestirme filan mı var acaba diye düşündüm. Yooo o da değilmiş. Anladım ki bana moral olsun diye demiş ancak pek moral olmuyor böyle bilgiler. Tam tersine bilerek koşan için, hayli yanıltıcı ve yıkıcı olabilir. Aman diyeyim, koşan insana uyduruktan moral vermek için mesafeye dair hatalı bilgi vermeyelim.
Gölü ufukta gördüğüm sokakta birçok genç destek için alkışlarken, arkamda “Yoncaaaa, kız ne yaptın uçmuşsun sen şaşırttın beni, helal olsun!” diyerek deli gibi koşarak gelen 83km koşan takım arkadaşım Cemil Gökçe’yi görünce, “Heeeey alkışlayın bu adamı 83km bitiriyooooor” diye çığlık attım. Cemil, benim hayatımda 100metrede bile koşmadığım hızda 82.km’sinden finişe koşuyordu. Onun o haline nasıl özendim anlatamam ?.
Çamlık Motelimizin de olduğu göl kenarına döndüğümde, saatime son kez baktım.
Al sana hedef Hande!
Al sana hedef Hande!
Oldu işte!
Diye diye nefis bir tempo tutturdum, iyice hızlandım. Motelin önünde kurulmuş her koşana destek veren diğer koşucu arkadaşlarımın alkışları anlatamam nasıl bir güç verdi. Çamlık Motel’in sahipleri iki kardeş Cumhur ve Orhan Abi, tüm Motel çalışanları hepsi alkış kıyamet uğurladılar beni.
Onları geçtikten sonra, finişi artık görebiliyor, müziği duyabiliyordum.
O an birden, 3 senedir bu akıllara zarar parkurda kendimi iyice geliştirerek iyi koştuğumu, kendimi aştığımı, ne çok şey yaşadığımı, yapabilmeye çalıştığım onca iş arasında vazgeçmeden çabaladığımı ve finişe süper girdiğimi, halimi coşkumu duygumu göremeyen çocuklarıma acayip üzüldüm.
Size bunun bana ne kadar koyduğunu anlatamam.
Boğazıma feci bir yumru oturdu. Finişte ağlamak istemiyorum dedim. Zaten Yonca, sen delirdin herhalde, 136km koşanlar, 83km hem de bu parkurda koşan, hala daha koşan arkadaşların var, haddini bil, kes saçmalamayı ve gülümse dedim.
Finiş ve hüngür
Müzik o kadar güzeldi ve hedefimden 18 dakika erken, tahminimden ise çok daha iyi şekilde o finişe, hele de o akıllara zarar parkurdan geliyor olmak müthişti.
Ayşin; “Ne olursa olsun güçlü bir finiş yaşamayı severim” demişti en son katıldığı Taşucu Olimpik Triatlon sonrası. Yine onun dediği “bir şeyin hakkını vermek” cümlesi aklıma geldi.
Hayatımda sanırım 2 kere bu kadar güçlü girdim bir finişe.
6 saat 42 dakika 55 saniye!
Bu parkuru herkesin, hem de çok ciddi ultra maratoncuların bile “zor” olarak değerlendirdiği bu parkurda bu süre, hele de benim için, Yonca’nın kişisel rekorudur arkadaşlar.
Hayatımda bu kadar zor ve bir o kadar lezzetli bir yarış koşmadım.
Evet kelime bu: lezzetli.
Tek bir adımında bile pişmanlık duymadığım, sadece iyi ki 83km’ye girmediğime ve kanımca 46km’cilerin 60km, 83km’cilerin 100, 136km’cilerin 160km’ye bedel zorlukta koştuğu bir yarış oldu İznik Ultra.
Şu an yazarken de, yarıştan bir gün sonra da, “hadi şimdi yine” deseler hiç düşünmeden yeniden koşardım dediğim bir tadı var bu yarışın.
Finiş’te Hande’ye sarılıp “O hedef tuttuuuuu” diye çığlıklar atarak, büyüklüğünü zorluğu ile orantılı olarak yorumladığım über büyük el yapımı göz nuru çini madalyamı alırken, yine içimden daha uzun daha zor yarışlar diledim.
Bu sefer yarış için kurulan fuar alanının ferahlığı sayesinde müthiş masaj imkanı da buldum. Yarış biter bitmez spor masajı lüksü yaşamak, o an cennete gitmek gibi geldi.
Masaj çadırı koşucu erkek arkadaşlarla dolu olunca, Venedik Maratonu sonrası yanlışlıkla girdiğim erkek soyunma odası aklıma geldi; ama bu sefer yanlış yoktu. Sadece o saatte benden başka kadın yoktu.
Nişantaşı Üniversitesi Sağlık MYO öğrencileri canla başla her yeri parçalanmış ayaklı, kasları kramp içinde gelmiş her birimize nasıl güler yüzle rahatlatma masajı yapıyorlardı anlatamam. Gençlerin bu hali, beni çok etkiliyor. Kendimi sonsuz bir güvenle gençlere teslim etmek istiyorum.
Öte yandan, masaja oturunca, boğazımdaki bütün yumrular gözümden fışkırdı. Nasıl ağladım anlatamam.
Arda aradığı sırada hıçkırmaktan tıkandığım için Aslan Cem yarışı bitiremediğim için ağladığımı sanmış. Oysa ben hem iyi bitirmiş, hem de onlarla bunu paylaşamadığım için çok üzülmüş olduğumdan ağlıyordum.
Şu anda ismini hatırlayamadığım bana süper masaj yapan o iyi öğrenci, ben hüngür hüngür ağlayınca ne yapacağını şaşırdı. Ona da hiç kıyamadım. Ama derdimi de anlatamadım. Sadece anlayışını, desteğini ve masajının bacaklarıma ne kadar iyi geldiğini biliyorum. Hiçbirinin elleri dert görmesin.
Otele dönüp hızlıca duş alıp hala parkurda 46km, 83km ve 136km bitirmek için karanlığa kalmış olmalarına rağmen bırakmayan ve koşarak gelen arkadaşlarımızı desteklemek için sokağa çıktım.
Gelenlere elimizden geldiğince moral vermeye çalıştık.
Mutlu ve buruk son
Bütün bu yazdıklarımı şu an düşünüp kendimi sakın bi şey sandığımı zannetmeyin demek istedim. Benim yaptığımın bir şey olduğunu sanıyorsanız, 83km, 136km koşan arkadaşlarımın yazdıklarını okuyun isterim.
En büyük şansım, bütün bu deneyimlerimi daha fazla kişiyle paylaşabilecek olduğum, Hürriyet gibi bir gazetede köşem olması.
En büyük endişemse; bunları kendimizi övmek filan gibi bir duygularla yazdığımızı düşünerek, hem bana hem de yarışa veya diğer olağanüstü koşucu arkadaşlarıma haksızlık edebilecek densizlikler olması.
Kızım 2km yarışına giderken “Anne sen 80km koştun, o yüzden sana 2km belki saçma gelebilir” gibi bir cümle kurduğunda yerimden zıpladım üzüntüyle. “100metre de önemli” dedim ona da.
Hiçbir mesafeyi, emeği asla küçümsemedim.
Sonuncu ders: Hayatta hiçbir şeyi küçümsemeyeceksin. O küçük sandıkların arkadan gelecek en büyük adımlarının kökleri. Kıymetini bileceksin, değer vereceksin, saygı göstereceksin.
Her uzun veya kısa mesafe, fark etmez, için harcanan emek, azim, çalışma ve çaba takdir edilmeye değer benim için.
Ben de 300metre koşarak bugünlere geldim.
46km İznik Dağ Maratonu tahminimden çok daha zor bir tecrübeyi kendimden beklemediğim bir performansla bitirdiğim yarış oldu.
Yazdıklarım, sadece spor ve koşmak adına değil de, hayata ve yaşarken karşılaştığımız inişler çıkışlar, dereler tepeler, taşlar engeller, yoksunluklar ve sorunlar adına da azimle yılmadan devam etmek ve sonuca varmak adına da birilerine ilham verirse, amacıma ulaşmışım demektir.
Anlatmayı en sevdiğim; kayda almaya en değer bulduğum anılarım koşu yarışları sonrası yazdığım bu uzun yazılardır.
Çocuklarıma bıraktığım en kıymetli mirasım bu uzun koşular ve bana kazandırdıklarıdır.
Yonca
“hakkı teslim”
Söylemezsem çatlarım:
Türkiye’de çok iyi yarışlar organize ediliyor. Doğa olağanüstü, tarih daha da olağanüstü ülkemizde. Koşarak gezmek müthiş bir spor kültürü.
Koşarken düşündüğüm şey, eğer koşmasaydım İznik Gölü çevresini, tarihini ve insanını asla tanıyamazdım ve bu çok büyük bir kayıp olurdu.
Bu yarışa katılma ve koşmaya cesaret eden 26 ülkeden 406 ultra maratoncuyu herkesin ayakta alkışlamasını dilerdim.
24 saat süren, sıcaktan kavuran, tüm zorluklara rağmen kimsenin canının ve sağlığının zarar görmeden tamamlandığı yarış için tüm emek veren gönüllülere, organizasyonu gerçekleştiren Macera Akademisi’ne, ana sponsor ASICS nezdinde Hande Güler’e yürekten teşekkürler.
ASICS Fransa takımını da yazmalıyım. Arkadaşlar adamlar uçmuş. Net.
Biri Tren Garı görevlisi, diğer ikisi eğitimci her biri madalyaları kaptı da gitti.
80km’yi bizim ASICS Fransa Takımı’ndan Emmanuel Gault 6 saat 45 dakika ile bitirdi, yani benim 46km koştuğum sürede. Düşünün...
İkinci de yine ASICS Fransa’dan Girondel Benoit oldu.
Üçüncülüğü ise Tanzer Dursun aldı.
Bizim takım da nefis sonuçlar aldı.
80km’de Cemil Gökçe dördüncü, Mert Derman 9. Oldu.
46km’de ise takım arkadaşım Önder Akay dördüncü, Ayşin Özer Başkır ve Özlem Duygu’da yaş kategorilerinde birinci oldular.
Bense yaş kategorimde 13. olduğum için havalara uçtum.
İznik Ultra Maratonu Sonuçları
136km
1. Donnie Campbell 13:23:50
2. Mahmut Yavuz 14:31:20
3. Aykut Celikbas 14:48:29
1. Zoe Salt 15:14:37
2. Mariyla Niklova 19:29:45
3. Ingrid Qualizza 19:43:49
83km
1. Emmanuel Gault 6:45:25
2. Girondel Benoit 7:26:10
3. Tanzer Dursun 8:40:36
1. Alessia De Matteis 9:03:53
2. Elena Polyakova 10:48:57
3. Coraline Chapatte 11:34:37
46km
1. Benoit Laval 4:19:03
2. Duygun Yurteri 4:28:15
3. Jose De Pablo 4:28:29
1. Catarina Scamelli 5:03:44
2. Filiz Cancilar 5:04:55
3. Martine Nolan 5:09:44
Yarışın tüm sonuçları burada: http://racetecresults.com/Results.aspx?CId=16389&RId=67
Dahası, İznik Ultra ve diğer tüm koşular için, size tavsiyem şu linkte yazanları okumanız.
http://kosugazetesi.com/2015/04/iznik-ultra-2015/
Paylaş