Suriye’de Esad’a karşı savaşırken öldürüldü. E nasıl olur diye bakılınca... Sayın devletimizin, güya müebbete çarptırılan bu arkadaşı 2010 senesinde serbest bıraktığı, yurtdışına çıkış yasağı bile koymadığı anlaşıldı.
*
Nasır E.
Reyhanlı’da 51 kişinin canına mal olan bombalamanın bir numaralı şüphelisi olarak aranan bu arkadaşın, Türkiye’den Suriye’ye Suriye’den Türkiye’ye bir senede 400 defa geçtiği... Birader hayrola, iki ülke arasında dolmuş mu işletiyorsun diye sorulmadığı... Allah muhafaza, eli silahlı köktendinciler rencide olmasın diye, folofoş haline getirilen sınır kapımıza güvenlik kamerası bile konulmadığı ortaya çıktı.
*
“Avrupa Merkez Bankası’nın faiz arttırımını ertelemesi, piyasada olumlu karşılandı, dolar sert düştü, 1.50 liraya geriledi.”
*
“Brezilya’nın sürpriz faiz indirimi, piyasada olumlu karşılandı, dolar sert düştü, 1.60 liraya geriledi.”
*
“Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın dövizdeki yükselişe izin vermeyeceğini açıklaması, piyasada olumlu karşılandı, dolar sert düştü, 1.65 liraya geriledi.”
*
“Dokuz günlük Ramazan Bayramı tatili Türk Lirası’na yaradı, piyasaların kapalı olmasına rağmen, dolar sert düştü, 1.70 liraya geriledi.”
*
Kocaları ihale kovalayan sosyetik hanımların, paparazzi kameraları eşliğinde poz vere vere umre’ye gitmesiyle başlamıştı her şey...
Gerçi dönüşte free shop’tan viski alırken yakalandılar ama, olsun.
*
Gazetelerin ekonomi müdürleriyle birlikte kutsal topraklara gidip, fotoğraf çektire çektire, baştan aşağı zemzem’le yıkanan işadamlarımız bile oldu. Hayırlara vesile haberi okurken benim bile maneviyatım artmıştı.
*
Maneviyat deyince aklıma geldi...
Sabahın 7’si...
Çoluğu çocuğu evde bırakmış, yazıişlerindeki haber manyağı arkadaşlarımla birlikte gazeteye koşmuştuk. Sabit telefonlar kesik. Cepler kaput. Yollar kilit. Viyadükler enkaz. Adapazarı’na gidilemiyordu.
Ve, hep birlikte bakıyorduk ışıklı masadaki fotoğraf karelerine...
İnanılması güç bi manzaraydı.
Taş üstünde taş kalmamış, apartmanlar, okullar, hastaneler, donanma, hepsi çökmüştü, Tüpraş yanıyordu. Başbakan Ecevit’in, televizyonda, olağanüstü hal’e gerek yok, bana uydu telefon bulun, Hüsamettin’i bulun dediği zavallı dakikalarda... Bütün çıplaklığıyla gözümüzün önündeydi facia.
*
Çünkü, saat 5’te, yani depremden sadece 2 saat sonra havalanmış, Gölcük üzerinden dalmış, takır takır basmıştı deklanşöre... Uçağı yan yatırır, lövyeyi dizleriyle tutar, pencereyi açar, öyle çekerdi. Vakitten kazanmak için, yere inmeden, Olimpiyat Stadı’nın yanındaki tarlaya naylon torba içinde paraşüt gibi bırakmıştı filmleri... Kapıp yıkatmıştık. Tripodla çeksen, bu kadar net olamazdı. Bir gazetecinin haber fotoğrafı, dünyada ilk kez, iki tam sayfa, 18 sütun yayınlandı.
*
Enver paşaya hediye edilmişti.
Köle gibi.
Zoraki “soytarı” yaptılar onu...
Garip garip kıyafetler giydirdiler.
Kadınları çocukları falan güldürdü.
Birinci dünya savaşında çarşı karışınca, Enver paşa apar topar İstanbul’dan ayrıldı, biraz da onları eğlendirsin diye Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan’ın sarayına verdi Ali Şamil’i... Sultan’ın eşi İsmail Hakkı bey mert adamdı, tavla arkadaşı yaptı bu küçük insanı, ezdirmedi, alay ettirmedi, kolladı. Gel zaman git zaman... Milli mücadele başladı. Yurtseverler Anadolu’ya akıyordu. Padişah’ın damadı İsmail Hakkı bey de, onlardan biriydi. Eşinden bile gizlemek zorunda olduğu niyetini Ali Şamil’e çıtlatmıştı, güya vedalaşmak için... Pişman oldu. Çünkü, kocaman yürekli küçük insan, alenen tehdit etmişti, ya beni de götürürsün, ya da niyetini Sultan’a anlatır, senin gidişini de engellerim! Kuştüyü yataklarını, bi kuşsütü eksik mutfaklarını geride bırakıp, sahte kimlikler, köylü kıyafetleriyle maceraya atıldılar, işgal kontrollerini aşıp, Adapazarı üzerinden Ankara’ya ulaştılar. Haberi vardı Mustafa Kemal’in... Çağırdı. Gittiler. Hayatımın en unutulmaz akşamıydı dediği akşamı yaşadı Ali Şamil... Mustafa Kemal’le kadeh tokuşturdu. Sonra, üç sene, İsmail Hakkı bey nereye, Ali Şamil oraya, kah su taşıma, kah telgraf, kah boyu kadar tüfek, elinden ne geliyorsa ama, hep cephede... Kelle koltukta yaşadı, İzmir’e girenlerin hemen arkasındaydı. O göğsünde sallanan, İstiklal Madalyası.
*
Nedir dersen...
Tesadüfen denk gelirsen arkadaş bildiklerine, yahu ben de tam seni arayacaktım, numaranı kaybetmişim filan derler. Çalmaz hiç telefonun. Çalmaz ama, faturası gelir. O hiç sekmez. Unutmak istersin her şeyi... Devlet seni unutmaz. Belediye de. Şarapnel gibi yağar faturalar, suratına suratına. Doğalgaz, elektrik, su. Salvo. Kafanı çıkaramazsın. Ev sahibi var bi de. Ondan sıyırsan, apartman yöneticisi var. Çünkü aidat diye bi şey var. Bankta yatmıyorsun. E Suriyeli değilsin ki, masraflarını hükümetimiz ödesin. Şunu fark edersin aniden. Dank eder. Çalışırken, bir ay 30 gündür, aheste akar. İşsizken, bir ay adeta 3 gün. O kadar çabuk gelir aidatlar, faturalar. Ya da sana öyle gelir. Ve, bi de şunu fark edersin... Bi toplum var, işinde gücünde. Bi de sen varsın. Sen dışardasın. Sana ihtiyaç yok. Baksana, sen olmadan da devam ediyorlar hayatlarına. Hatta, eskisinden daha neşeli bile oldukları söylenebilir. Sen hariç, herkes gülümsüyor sanki. Amaann, abartma. Yemek ye biraz. Lokmaları kolay yuttuğun söylenemese de, ye... Yaşadığını hissedersin en azından. Aslına bakarsan, işsiz güçsüzken daha çok acıkıyor insan. Ya da ne bileyim, yemek yemek bile iş oluyor galiba, oyalanıyorsun. Belki de ondan. Oyalanma deyip geçme ha, ciddi iştir, mesaiye benzemez. Kalkarsın mesela sabah yataktan, vay canına! 24 saat var daha, 24 saat! Bu kadar uzuuun muydu bu 24 saat denilen hadise? Öyleymiş meğer. Geçir geçirebilirsen. Nedendir bilmem, tuvalete gidince, sanki ilk defa görüyormuş gibi, sonuna kadar açarsın gözünü, kılcal damarlarını, gözbebeklerini incelersin aynada. Dilini falan çıkarıp bakarsın. Ulan, dilin rengi gri iyi mi... Hasta mısın yoksa? Yok, yok... Gereğinden fazla kendini dinlemeye başladın. İşin yok diye başına iş çıkarma, hastalık hastası olma. Tıraş ol. Bakımlı ol. Çalışıp evine bakamıyorsun, kendine bak bari... Televizyonu aç bi yandan, yemek tarifi veriyorlar, ona bak. Gerçi deli ediyor bu programlar beni. Bilene anlatıyorlar. İşi bilmiyorsan, işe yaramıyor. Sen yumurtayı çırpına kadar, o hamuru tutuyor, bi çay bardağı mı şeker koyacaktık, bi su bardağı mı, tuz ne kadardı, kaşığın ebatı neydi, Allah’ın cezası carcar konuşacağına versene şunu tekrar... Vermez. E-eeh! Kapat, çık dışarı. Arabayı alma sakın. Suyla çalışmıyor. Haybeye para yakma. Zaten, hanım ses çıkarmıyor ama, bulaşık makinesi de bozuk. Sen istediğin kadar salağa yat. Bozuk işte. İşsiz kaldığında sadece moralin bozulmaz biliyor musun... Evdeki bütün eşyalar aniden bozulur. Pusu kurar gibi sinsi sinsi beklerler, sen tam işten atılırsın, şak... Koro halinde bozulurlar. O hani reklamda çocuklarla saklambaç oynayan buzdolabı var ya, doğru o, canlı bunlar... Neyse, yürü. Gez biraz, elin cebinde. Açılırsın. Bak millet işe gidiyor. Medeniyet denilen bu artık zaten. Otomobillerde-otobüslerde yaşayan insanlar topluluğu. Sabah git, akşam dön, günde iki saatten, yılda bir ay ediyor. Her yıl ömrünün bir ayını yaşamadığın için mutlusun! Ayağına pranga bağlanan Kunta Kinte bile kaçmaya çalışıyordu; biz ise, gönüllü olarak girmeye çalışıyoruz o düzene... Vay be, lafa bak, lafa. Düşüne düşüne filozof mu oldun birader, sana ne? Bana ne ama, öyle. Peki peki, tamam, uzatma, kaç oldu saat? Daha anca öğlen... Akşama yıllar var be! Sakın gitme eve. Çocuk okuldan geldiğinde, boş bavul gibi otururken görmesin seni. Belli etmiyor ama, kahroluyor. Havanın kararmasını bekle en iyisi. Öbür çocukların babası işten ne zaman dönüyorsa, sen de o zaman dön. Ya o zamana kadar? Taksim’e git istersen. Gitmem. Niye? Çok genç işsiz var orda. Senin saçın başın ağarmış, hâlâ iş arıyorsun, sen bulsan, onlar açıkta, onlar bulsa, sen ayazdasın, kendine mi üzülücen, onlara mı üzülücen, gitmem daha iyi. Boğaz’a git bari, gemileri sayarsın. Sayması güzel de, sayıyorsun sayıyorsun, gemi gidiyor, sen kalıyorsun, o fena. Bi de şurası çok matrak... Dikkat et, işi olanlar restoranda oturuyor, sırtı boğaza dönük, işsiz olanlar bankta oturuyor, yüzü boğaza dönük... Ben boğazın yerinde olsam, sırtını dönenlerin yüzüne bile bakmam. Anlaşıldı, kendi kendine konuşmaya başladığına göre, kafayı yiyorsun sanırım. Gir bi kahveye, haber maber seyredersin. Bak ne diyor mesela spiker? “Fitch’in ardından Moody’s de ekonomimize süper not verdi sayın seyirciler, baş döndürücü hızla büyüyen ülkemizin kredi notu gene yükseldi” diyor. Şahane yahu.
*
Aslında not alsan bunları fena olmaz... Yarın öbür gün gazetede işe girersen, yazarsın belki bu not’ları.
*
Halbuki...
Celal Bayar orada kaldı.
Adnan Menderes orada kaldı.
İsmet İnönü orada kaldı.
Cevdet Sunay orada kaldı.
Nihat Erim orada kaldı.
Pilotlar hariç.
Hostesler hariç.
Teknik hariç.
Bavul taşıyanları sordum...
Onlar zaten hariçmiş.
*
Hiç düşündünüz mü, grev yapılan fabrikaların kapısında neden eli odunlu yarma gibi grev gözcüleri nöbet tutar? Çünkü, bizim işçi anca odun zoruyla grev yapar. Arka bahçedeki ağaçlara tırmanarak dört metrelik duvarı atlayıp, gizlice tornasının başına geçen işçiler bile gördüm ben... Söke söke hakkımızı alıcazzz diye bağıran arkadaşın, arkadaşını satması iki saniye sürer.
*