Yılmaz Özdil

Başörtülü bacımızı trende linç etmeye kalktılar filan...

24 Temmuz 2013
Ali İsmail henüz komadayken... Barolar Birliği Başkanı Profesör Metin Feyzioğlu, Barolar Birliği’nin iki yöneticisiyle birlikte Eskişehir’e gidiyor, hastanede ziyaret ediyor, doktorlardan bilgi alıyor, umutla bekleyen annesi, babası ve avukat ağabeyiyle görüşüyor.

Ziyarete dair tüm bilgiler, ev sahibi Eskişehir Barosu’nun internet sitesinde yayınlanıyor, kimlerin katıldığı isim isim belirtiliyor.

*

Günübirlik ziyaret sona eriyor. Barolar Birliği’nin üç kişilik heyeti hızlı trene biniyor, Ankara’ya dönüşe geçiyor. Metin Feyzioğlu’nun cep telefonu çalıyor, arayan yabancı bir gazeteci, İngilizce konuşmaya başlıyorlar.
Mevzu elbette gezi parkı olaylarındaki polis şiddeti.

*

Üç beş sıra önde oturan türbanlı bir kadın kalkıyor yerinden, vagonun neredeyse yarısı boşken, Feyzioğlu’nun önündeki sıraya geçiyor, koltukların arasından kulak kabartıyor. Sonra fırlıyor ayağa, “Yalan söylüyorsun, polis kimseye zarar vermiyor, hem bunları söyleyeceksin, hem de bizim yaptığımız hızlı trene bineceksin, git kara trene bin” diye bağırıyor.

*

(Bu türbanlı kadının, kalkınma bakanı yardımcısı, eski AKP milletvekilinin eşi olduğu anlaşılıyor. Hızlı trenin niye

Yazının Devamını Oku

Kuru erik soslu dana madalyon

23 Temmuz 2013
İki gün yoktum.

Şöyle bi toparlayıvereyim.

*

Kızılay Başkanımız “helal kan”la “helal ilaç” üreteceklerini açıkladı.
AKPirin yani.

*

Her güvenlik zirvesinde papağan gibi devletin beka’sı devletin beka’sı denirdi. Kırk kere söylersen olacağı buydu... PKK Suriye’de bayrak astı, “Bekaa’nın devleti” oldu.

*

Apo, süreç’i izah etmek için basın toplantısı yapmak istediğini açıkladı.

Yazının Devamını Oku

Yılmaz ÖZDİL

20 Temmuz 2013
İki gün izin rica ediyorum. Velev ki Fas’a gittim... Kaçmış sayılmam yani. Salıya görüşürüz.

 

Yazının Devamını Oku

Mühür kimdeyse demokrasi odur

19 Temmuz 2013
Ethem’i vuranı bıraktılar.

Ali’nin şüphelisini saldılar.
Abdullah’ı öldüreni aramıyorlar.
Palalıyı Fas’a kaçırdılar.
Çakma esnafı rezil eden harbi esnafın ağzına fermuar çekemedikleri için, mekânını mühürlediler. Esnaf çapulculardan zarar görüyor deyip, esnafın kepenklerini kapattılar!

*

50’li yıllar...Demokrat Parti iktidar.Bursa’nın ünlü Çelik Palas Oteli’nde cumartesi geceleri orkestra eşliğinde keyifli anlar yaşanıyor, zarif hanımlar beyler, dans ediliyor. Yemekle başlayan müzik, yasa gereği makul bi saatte sona eriyor. İşte gene böyle bir gecenin finalinde, solist kapanış selamını veriyor, teşekkür ederek enstrümanları toplatmaya başlıyor, ki... Arka masalardan tehditkâr bi ses yükseliyor, devam edinn! Herkes dönüp bakıyor, hıyarın biri... Tatsızlık çıkmasın diye orkestra tekrar yerine oturuyor, hıyara tangoyla sesleniyor: Papatya gibisin beyaz ve ince...Tango bitiyor, çile bitmiyor.Elini devaamm devaaamm manasında sallayan hıyar, orkestrayı esir almaya kararlı görünüyor, devam edin dedim, duymadınız mı diye bağırıyor.Orkestra soliste bakıyor, solist zoraki bi ses tonuyla son tangoyu tekrarlamaya başlıyor: Nedir bu çektiğim senin elinden, yalvarırım sana gel üzme beni...Hıyar aniden yerinden fırlıyor, sahneye yürüyor, ağzından köpükler saça saça, çalacaksın, coşkulu çalacaksın diye gürleyerek, solisti ıskalıyor, ayaklı mikrofona tokadı patlatıyor, deviriyor. Orkestra donup kalıyor. Az önce neşeli kahkahaların yükseldiği salona ölüm sessizliği hâkim oluyor, herkes suspus... Otel yetkilisi vaziyete müdahale etmek zorunda kalıyor, bi tanıdık filan çağırıp hadiseyi tatlıya bağlamak için gayet nazik şekilde soruyor, beyefendiciğim siz kimsiniz?Hıyar kendini tanıtıyor:Ben demokrasiyim ulan!Sonra da salona dönüp, nara atıyor:Memlekette artık demokrasi var ulann, var mı itirazı olan?

*

Netice itibariyle...

Yazının Devamını Oku

Dindar olmasınlar da bonus kafa mı olsunlar?

18 Temmuz 2013
“Benim milletim”e verilen son talimat şöyle: Hani şu kredi kartları falan filan diyorsun ya... Alma onları.

*

En az üç doğur.
Kürtaj yaptırma.
Sezaryen yaptırma.
Kadın-erkek eşit değildir.
Evine tüp bağlatamıyorsan...
Nükleer santral bağlat.

Yazının Devamını Oku

Halep ordaysa gerisi burda

17 Temmuz 2013
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, Halep Üniversitesi 2009’da Tayyip Erdoğan’a verdiği fahri doktora unvanını geri aldı. Üstüne, kınama bildirisi yayınladı.

*

Halbuki dört sene evvel... Sayın başbakanımız sırf bu fahri doktorayı alabilmek için özel uçakla günübirlik Halep’e gitmişti. Halep Üniversitesi’ne girerken, Suriye seninle gurur duyuyor sloganlarıyla karşılanmıştı. Fahri doktora takdim töreninden önce sayın başbakanımızın hayatından kesitler gösteren slayt gösterisi seyrettirilmişti. Bu slayt gösterisinde, sayın başbakanımızın Gazzeli çocuğun yanağını okşarken, Davos’ta Şimon Peres’i fırçalarken falan çekilmiş fotoğrafları vardı. Ayakta alkışlanmıştı, gözleri buğulananlar olmuştu. Törende konuşma yapan sayın başbakanımız, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi için kanun çıkardıklarını hatırlatarak, “İsrail’e peşkeş çekmekle suçladılar bizi... Ne yazık ki bizim muhalefetimiz bizi tanımıyor. Ama Suriyeli kardeşlerimiz bizi çok iyi tanıyor” demişti. Gene ayakta alkışlanmıştı. Bilahare, fahri doktora cüppesini giyerek, poz vermişti. Halep Üniversitesi’nin 50 senelik tarihinde hiç kimseye fahri doktora verilmediğini, Tayyip Erdoğan’ın ilk olduğunu belirten Halep Üniversitesi Rektörü ise, “başka aday yoktu, çünkü, bütün dünyada Tayyip Erdoğan’dan başka bizim kriterlerimize uyan kimse bulunmuyordu” demişti.

*

Nabza göre şerbet veren Halep Üniversitesi’nin bu yalaka rektörünün adı neydi biliyor musunuz?
Profesör Nizar Akil!

*

“Akil”in yapacağı iş...

Yazının Devamını Oku

Ayva yaprağı

16 Temmuz 2013
Geçen yıl temmuz...

Şike savcısı tarihi itirafta bulunmuştu. “Ben Balyoz davasında da çalıştım, şike davasını açtığımız zaman bunun da Balyoz davası gibi 3-4 ay konuşulup biteceğini sandık, ama yanıldık” demişti. Alabildiğine hazin, bir o kadar da gerçekçi tespitti.

*

Bakın mesela, gene temmuz...
UEFA’daki şike davası manşetlerde.
Yargıtay’daki Balyoz davasından
satır yok.

*

E yaz ortasında penguenliğin de âlemi yok.

Yazının Devamını Oku

Musa

14 Temmuz 2013
15 yaşında...

Çok başarılı öğrenciydi Musa.Öğretmen olmak istiyordu.Sabahtan okuluna gidiyor...Öğleden sonra çobanlık yapıyordu.

*

Gene öyle bir sabah, çıktı ağıldan bozma, tek göz oda evinden kör karanlıkta, yürüye yürüye, 2 kilometre, sırtında çantası, şehirlerarası asfalta geldi. İzmir Aliağa’ya bağlı Kapıkaya köyünde yaşıyordu. Köyde okul yok. Okul Yenişakran’da... Türkiye’nin en batı ucunda, bütün yatırımlar oraya yapılıyor denilen coğrafyada, Türkiye’nin en doğusundaki yaşıtlarıyla aynı kaderi paylaşıyordu; taşımalı eğitim... Servis bekliyordu. Yakaladı yakaladı... Kaçırırsa okuluna gitmesi imkânsızdı. O nedenle, gün doğmadan kalkıyor, en az 2 saat yolu hesap ederek, saat 6 gibi asfaltta oluyordu.Aha göründü servis minibüsü... Manisa’nın Karaahmetli köyünden başlıyor, çocukları toplaya toplaya, en son Musa’yı alıyor, Yenişakran’a varıyordu. İçeride, biri şoför, biri engelli çocuğuna refakat eden anne, toplam 27 çocuk. Musa 30’uncu... Durdu önünde her sabahki gibi, bindi Musa, hareket ettiler. Ama bir acayiplik vardı. Şoför döndü Musa’ya öfkeyle “bak seni almak için durduk, fren patladı, niye rampada duruyorsun, 100 metre yürüyüp düzlükte dursana!” diye bağırdı. Yer kalmadığı için ayakta dikilen Musa, büktü boynunu. Ne desin. Zaten bütün çocuklar ona suçlu gibi bakarken ne diyebilirdi ki? Bir ara göz göze geldi en sevdiği sınıf arkadaşı Hidayet’le... Gülümsedi Hidayet, şöyle bir salladı elini havada “boşver” manasında, “boşver, üzülme...”Dandik asfaltta haldır haldır gitmeye başladılar. 1 kilometre, 2 kilometre, 3 kilometre... Yenişakran’a 4 kilometre kala, olanlar oldu. Trafolar bölgesinde dik yokuşun sonundaki sert viraja daldı minibüs... “Fren boşaldı” diye bağırdı şoför, savruldular, korkuluk morkuluk yok tabii, uçtular Tütünlü Deresi’ne... Önce çığlıklar, 3 takla, 5 takla, darmadağın oldu, zaten darmadağın haldeki minibüs...Sonra trajik sessizlik.İsmail oracıkta öldü. 9 yaşındaydı. Recep öldü, Murat öldü. 15’indeydiler. Ve, gülümseyerek kan kardeşine moral vermeye gayret eden Hidayet... Ambulanslar geldiğinde hâlâ nefes alıp veriyordu. Hastane, ameliyat, olmadı... Hidayet de gitti.Ya Musa?Kafası yarılmıştı, sağ el bileği ezik... Hatta, o feci kazanın haberini yapan gazeteler, Musa’nın bandajlı fotoğrafını koymuşlardı, “açılan kapıdan fırladı, kurtuldu” diye.Kurtulmuştu Musa. Sağ çıkmıştı o tabut minibüsten. Ama kâbuslardan kurtulamadı. Hidayet her gece rüyasına giriyor, gene gülümseyerek “boşver, üzülme” diyordu ama, şoförün “bak seni almak için durduk!” diye bağırması kulaklarından gitmiyordu, çın çın... Bıraktı okulu. Gitmedi bi daha.Bir sene sonra... Bilirkişi, en fazla 12 yaşında olması gereken servis minibüsünün, daha eski, 15 yaşında olduğunu, frenlerin kazadan çok önce patlak olduğunu tespit etti. Balatalar erimişti. Aslında servis minibüsü bile değildi, öyle olsaydı, “S” plaka taşımalıydı, taşımıyordu. Buna rağmen, hiç kimse şikâyetçi olmadı. Savcı hariç... Kamu adına dava açtı, bilirkişi raporunu koydu hâkimin önüne, hâkim de, hiç tereddüt etmeden 10 sene hapis verdi şoföre... Giden gitmişti ama, hiç olmazsa suç cezasız kalmamıştı.

*

Ve, önceki gün yıldönümüydü. Kapıkaya köyünün kabristanında anma töreni yapıldı. İsmail, Recep, Murat ve Hidayet’in ardından dualar edildi. Musa da oradaydı. Gene kenarda, gene boynu bükük. Ve gene, bir senedir her gördüğüne söylediği gibi, “benim yüzümden, keşke düzlükte dursaydım, benim yüzümden” diye ağlıyordu. Ne büyükleri teselli edebiliyordu onu, ne mahkemenin verdiği adil karar rahatlatabilmişti vicdanını, ne de rüyasında “boşver” diye gülümseyen Hidayet.

*

Bitti tören, gitti evine.Astı kendini Musa.Bir sene dayanabilmişti buna.

*

Yazının Devamını Oku