Paylaş
O çocukluk düşü müdür, yoksa İstanbul’un iyice abanması mıdır, atar kendini Burgaz Ada’ya.
“Ada”sını, 63 yıl önce yayınlanan “Haritada Bir Nokta” hikayesinde anlatır, okuyana yaşatır.
Sait Faik’in adasında köpekler hemen insanların gözlerinin ta içine bakar.
Abalar giymiş, az konuşan bir balıkçı ağır ağır namuslu kulübelerin arasından geçer.
Büyük şehirin sevgisiz, gönül yoran hayatından sonra, “ömrümün sonunu burada kesik bir son nefesle bahtiyar” getirecektir.
* * *
Adayı yaşayacak, tek satır yazmayacaktır.
Kağıtsız, kalemsiz, balığa çıkacaktır.
On kuruşa kahve, yirmi kuruşa köylü sigarası içecektir.
“İstanbul’da kaybettiği her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, saffeti, dostluğu, alınterini, sessizliği yeniden bulacak, bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektir.”
* * *
Ada, son duraktır Sait Faik için.
Çünkü “Tabiat çoğunca dosttur.
Düşman gibi gözüktüğü zaman bile insanoğluna kudretini ve kuvvetini tecrübe imkânları veren, yüz vermez bir babadır”.
Adada, “dört tarafı suyla çevrili yerde, insanların büyük, sağlam dostluklar, namuslu günler ve gecelerle birbirlerine sokulmalarını, yardımlaşmalarını buyuran rüzgârlar” vardır.
Havası, kokusu, “çorbanın çorbasızlarla taksim edilmek için mis gibi koktuğunu” öğretir.
Velakin önceki yazımda söz ettiğim Kavafis’in kehaneti (¹) gerçekleşir, bir süre sonra sığındığı Burgaz Ada da küstürür onu.
Bir sabah, balıktan dönen bir kayığa rastlar.
İçindeki 8 kişi kayığı temizlemektedir.
Yedisi adalıdır, birisi de sarı, hastalıklı bir yaban. Ama içten bir sevgiyle çalışmaktır, kayıkta.
Balıkhanede 5 kuruş etmeyen, hiç satılamayan 10-15 dülger balığı da takılmıştır balıkçıların ağlarında...
O yabancı da bir tane dülger alabilmek, o balığı hak edebilmek için elinden geleni yapar.
* * *
İş biter nihayet.
Reis, iki büyük dülger balığını kıç altına atar; “Bunu bize götür sonra” der, tayfalardan birine. “Ötekilerini de pay yap”.
Üçer tane alanlar olur.
Adalı olmayan o adamcağız da, bir tane de kendine versinler diye bekler.
Ama son balığı, rıhtıma fırlatır pay eden. “Ne o, hemşerim?” der, “Dur bakalım. Dağdan gelip bağdakini kovmayalım.”
Ve vermez bir balıkçık hakkını.
* * *
Kıyıdaki kahvede oturan bir adalı dayanamaz bu duruma, seslenir balıkçılara:
“O adam da çalıştı. Veriver bir tane, ne olur? Kalkmış nerelerden gelmiş işte.”
Ama sözünü kimse dinlemez, kayıktakilerden hiçbiri kalkıp da, “Ayıptır yahu, ver adama” demez.
Yabancı, “Zararı yok, hemşerim. Vermesinler...” der kendine destek çıkan adama...
“Küçük adımlarla bir Şarlo gibi seğirterek” ilerideki vapura doğru uzaklaşır.
* * *
Ve hikayesinin sonunu şöyle getirir Sait Faik:
“Söz verdim yazmayacaktım. Burada namuslu insanlar arasında, sakin, ölümü bekleyecektim. Yapamadım. Koştum Üstünce’ye kağıt-kalem aldım. Kalemi yonttum.
Yonttuktan sonra öptüm.
Yazmasam deli olacaktım...”
* * *
Artık adaya gelmeyen kuşlar gibi, o da küser adaya.
Ve bugünü ta 63 yıl önce görmüş gibi, yazar “Son Kuşlar” hikayesini:
“Dünya değişiyor dostlarım.
Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler (kuşlar) göremeyeceksiniz.
Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz.
Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak.
Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin içi kötü olacak. Benden hikâyesi.”
Bu hikayeyi yazdıktan 2 yıl sonra da ölür.
* * *
İşte... İnsana bazen “Bi gideyim, buralardan” hali gelir.
Herşeyi bir kenara koyup, gitmek...
Ama insan her gittiği yere kendini de götürür. Gördüklerini de yanında taşır, artık göremediklerini de...
Ve tam alıp başını gidecekken, yokuştan ağır ağır çıkan, hasır şapkalı, pardesülü adam, elindeki köylü sigarasını kaldırıp, sorar:
“Hemşerim, nereye?”
“Bi bilsem, bi bilsem” der, yabancı.
Ve belki de bir daha hiç geri dönmeyecek son kuşlara bakar.
(¹) “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.” (Kavafis)
Paylaş