KONSERVATUVARDA tüm enstrümanları görüyor, zaman zaman okşarcasına dokunabiliyordu.
Müzisyen değildi ama viyolonselin ya da bir kemanın teline dokunduğunda, titreşimi önce parmak uçlarında hissediyor, sonra o "duyumu" tüm bedeninde gezdiriyordu.
Bazen kuytu bir köşeden, enstrümanı ile bütünleşen sanatçıların bedeniyle dışavuran ayinini, kuralsız, aritmik dansını, uzun uzun izliyordu.
Ve hiç bilmediği, daha önce hiç "duymadığı" o hazzı paylaşıyordu kendince.
Her gece anlatıyordu evde, enstrümanları, konserleri, solistleri, evdekiler pek dinlemese de...
Dilinden değil, elinden geldiğince.
Sessizliğin sesini, sessizce anlatıyordu.
* * *
Konservatuvarda hizmetliydi ama sağırdı doğuştan.
Görüyordu, bazen dokunuyordu, çokça anlatıyordu ama tüm bunların, tüm o atmosferin ana manasını, müziği hiç duymamıştı, hiç bilmiyordu.
Viyolonselin sokulganlığını, karanlıktan gelen bir konçertoda ayırt edemiyor, sadece ona sarılıp, enstrümanını kalbine dayayarak çalan, genç kadının siluetinde hissedebiliyordu bazen.
21. yüzyılda kentlinin kaderi, sağır konservatuvar hizmetlisi miydi?
Gören, bazen dokunan, keyfi geldikçe anlatan, ama ana anlamı hiç duyamayan, yaşayamayan?
* * *
Belki Numan Ekşioğlu’nun dizeleriydi, şehirden bir kesit:
"Sözünün gözü kör mü
Dilsiz mi sevinçlerin
Yüreğinin giriş kapısı dar mı
Heykele mi şarkı söyle diyorsun
Çalmaya çalıştığın buzdan enstrümanlar mı..."
Dar kapılar.
İki çello için bestelenen, bir konçertonun adı olabilirdi değil mi?