Paylaş
Pencerenin önüne sıkıştırdığınız, saksısı fiyakalı “Ay, gerçekten sahi gibi ayol” imitasyon çiçekler mi el kadar manzaranız? Yahut o devetabanlı, salon-salomanje çiçekleri mi...
Yoksa geniş pervazında kırmızı bir sardunyanın üç mevsim havai fişeklendiği...
Yanına kedi gibi uzanan fesleğenin, başının okşanmasını beklediği pencerelerden mi sizinkisi?
Hani o pencere çiçeklerine, güvercinlere ve onları heyecanla gözleyen kedilere “mahsus” pervazlarıyla, yaşayan pencereler mi..
* * *
Öyle olabilirdi ama, önce “dışarısı” bozuldu.
“Dışarı”nın gürültüsü, havası, kokusu, dokusu, mevsim ortalamaları değişti.
Belki bize öyle geldi. Perdenin aralığından, evcimen evcimen sokağa bakarken...
İçe, eve kapanan cümle ahali gibi... “Şehir yaşamı işte”, dedik. Ne diyelim; “İş-güç, işte...”
Ve balkonlar bozuldu, sonra.
Lastiği patlak bir bisiklet, merdaneli bir çamaşır makinesi, telleri yırtık bir kiler dolabı kondu önce, “depo” oldu.
Üstü paslı, kalın muşambalarla, güya çirkinliği-dağınıklığı saklayan, tozlu ardiye...
Hem sinemalardan bile “balkon” kalktı zaten, değil mi?
Balkon sefası, demodeydi artık. Kala kala, elde var "balkon konuşması"...
"Taşınmada ilk atılacak şeyler” dolabı
Baktı müteahhit kimse çıkmıyor balkona, evin “m²”sine kattı, fındık kabuğu kadar yer ayırdı.
Terkedildi, ötesi çirkin, plastik kulübelere dönüştürülüp, eve eklendi. Balkondu, balkonkondu oldu.
İri bir erzak ya da “her türlü lüzumsuz şey” dolabı... Taşınırken “ilk atılacak şeyler” deposu...
Enis Batur’un “Balkon: Cesur Körfez” denemesindeki gibi, dışarlıklı olmasıyla önemliydi aslında o "m²":
“İnsanlar, balkonu salona, yatak ya da oturma odasına dahil ederken metrekare kazandığına sevindi de, her evden bir düş odası eksildiğini bilmedi, bilmek istemedi.”
* * *
Evi, kıyı yapardı balkon. Sokaktı... Evet, düş odasıydı...
Hatta Halil Cibran’ın 100 yıl önce yazdığı gibi, evlerin düşleri vardı.
“Eviniz sizin büyümüş gövdenizdir. Güneş altında büyür ve gecenin sessizliğinde uyur.
Üstelik düşsüz de kalmaz.
Sorarım size evleriniz düş görmüyor mu? Ve düşünde kentten çıkarak korulara gitmiyor mu? Tepelere tırmanmıyor mu?
Evleriniz bir yarayı örten parlak bir perde değil, gözünüzü koruyan bir gözkapağıdır.
Siz ölülerin canlılar için yaptığı mezarlarda oturamazsınız.”
Pencere camın kara, seninki benden kara
Ama biz oturduk; kiminde stüdyo tipi o beton hücrelerde, kiminde metrekaresi heybetli, boylu-poslu o beton zindanlarda...
Ve artık balkonsuz, yaşamlar. Yok o serin cereyan... Elektrik alamıyoruz, sokaktan!
Sokağa sadece cam ardından göz atmaya izin veriyor, o gerekli, ama bir o kadar sıradan meşguliyetlerimiz.
Uzaktan-mesafeli, kalın, çift camlı pencerelerden sessiz-sedasız... Bakıyoruz, hayata.
Pencere camın kara, seninki benden kara.
* * *
Balkonu güzel yapan, manzarasıydı da, o da mı bozuldu?
Eğer manzarasıysa...
Bir parka, koruya, doğaya bakan balkona mı meylederdi gönlümüz...
Yoksa işlek bir caddeyi piyasalayan, fiskos bir balkona mı?
Peki böyle balkonları seçen insanlar arasında fark var mıydı acaba?
İlki yalnızlığa ve doğaya sevgili-saygılı, biraz Robenson?
Diğeri meraklı, sosyal ve kalabalığın, “cemiyet”in parçası, rasatçısı mı?
* * *
İlki ömür uzatır, ikincisi ömrü “sıkı”, eğlenceli mi geçirtirdi?
Yoksa ilkinin yan etkileri, alkol-mangal-kolesterol; ikincisinin kükürt dioksit, karbon monoksit, gürültü, -kahrolsun- stres miydi...
Koca şehirde, o küçücük balkonda, minicik mi kaldı “insanın anlamı” yoksa?
Ve dev, yüksek sitelerle, intihar enstrümanına mı dönüştü, balkonlar...
Açtı koca gözünü pencereler, uyandı balkon...
Yaz kış 22 derece, mevsimi değişmez, yapay ışığı gece-gündüz parıldayan AVM'ler, plazalar, işyerleri alıştırdı bizi belki, yeknesaklığa.
Alışveriş-fiş, o içi ölü ama güzel deniz kabuklarıyla süslü akvaryumlarda bir kahve, bir hamburger, sonuçta “fast”iz, "hepimiz 'fat'iz" değil mi...
* * *
Balkonu özel/güzel kılan, ona ayrılan zamandı da...
Zamanımız mı kalmadı?
Oysa, pencere, balkon alacakaranlıktan sabaha geçiş, o taze uyanıştı. Başka bir zamandı. Seyrandı...
Nazım Hikmet’in dizeleriydi:
“Açtı kocaman mavi gözlerini pencereler /uyandı balkon
evin içinde dışında uyandı aydınlık
doldu saçlarına senin.”
(¹) Yazının başlığında esinlendiğim türkü, "bir sen eksiktin" gibilerinden tüy dikiyor manzaraya:
"Penceresi cam cama muallim /Turşu kursun fincana muallim
Penceresi perdeli muallim /Çiçek açmış zerdali muallim
Penceresi cam değil mi muallim /Boyaları ham değil mi muallim."
Paylaş