Kalk gidelim

YAZ deyince akla tatil, seyahat geliyor tabi.

Haberin Devamı

Seyahat deyince de, 1831 tarihli bir gezi rehberindeki uyarıyı hatırlıyorum:
“Hiç durmaksızın yol almak, seyahat etmenin en sıradan, en anlamsız biçimidir. Yalnızca çok yol gitmiş olursunuz o kadar...’’ (¹)
* * *
“Çay ve ihtiyaç molası” dışında hiç durmadan, konaklamadan bir yere koşturmak, “seyahat” midir onu konuşacağız.
Lakin seyahate ayrılacak zaman, brüt olarak 365 gün çalışmakla mükellef çoğu dünyalı için sınırlı... Bu da seyahati tek adresli “tatil”e dönüştürüyor çoğu örnekte:
“Haftasonunu katınca iki hafta tatilimiz var, hadi koşturalım kumsal(d)a...”
* * *
Böylesi “tatil” de çoğu kez “Uzanmışım kumsalda /Güneş damlar içime /Yanmışım sereserpe; sahildeyim, tatildeyim /Yaşıyorum aheste” makamından ibaret tabi.
Bu da artık uçak mı olur, bagajında “Tek rakibim THY” yazılı otomobil mi...
Koştur koştur bir yolculuk yaratıyor. Seyahat yahut gezi değil.
Çünkü amaç, zaten iş yasalarının ve yasalara rağmen patronların/müdürlerin/şeflerin insafıyla sınırlı izinde bir de “yol”la zaman kaybetmemek.
* * *
Resmi mesainin de başkenti Ankara için tatil, elbette önce deniz demektir.
Bir an önce kendini denize atmak, dalgalara ya da git git dizine gelen ılık, durgun bir suya bırakmaktır.
Murat Belge, Tarihten Güncelliğe kitabında, bir “Ankaralı turist” tipi çizer.
O tipolojiye uygun tatil yerinin ise, ‘‘kumlu ve sığ bir denizle başladığını, kalabalıkla bittiğini’’ savunur.
Böyle bir tipolojinin “Ankaralı”ya mahsus sayılmasını, doğrusu haksızlık olarak görüyorum.
* * *
Çünkü ister Ankara, ister İzmir, isterse İstanbul...
Bu tipoloji “ulusal”, hatta sahillerimize sabahtan uzanıp akşam kalkan turistlere bakarak uluslararası olarak da mevcut.
Ve eleştirmek haddimize değil. (Belge de eleştirmez zaten)
Çünkü tatil, giden insanın o sınırlı zamanda kendini iyi, en azından işten bağımsız, sereserpe hissetmesidir.
Bunu da kimi kendi koşullarına, keyfine göre orada öyle bulur, kimi de şurada böyle.
Kalk gidelim
Ama ben seyahatten söz etmek istiyorum.
“Orda, burda, şurda, çokça yollarda, farklı konaklamalarda” olmaktan.
Tatilde insanın evine, muhitine benzeyen değil, bazen benzemeyen yerler bulmasından...
Hani bazı tatil mekanlarında yazar ya; “Kendini evinizde hissedeceksiniz”.
Eh, bu samimi çağrıya “Yahu kendimi evimde hissedeceksem, gül gibi evimi bırakıp niye oralara geleyim” karşılığını veren de çıkacaktır muhtemelen.
* * *
Yurtdışı, uzak yerler dışında -adrese teslim- uçakla seyahat de, bana gezi gibi gelmez pek.
İş nedeniyle gidip de, havaalanını, popüler bir iki restoranını, otelini, şehrin sadece Eyfel, Özgürlük Anıtı gibi alamet-i farikasını gördüğüm, yani aslında hiçbir şeyini görmediğim yerlerin sayısı az değildir.
Dönersiniz, sorar birisi:
“Pisa Kulesi’ni de gördün mü? Nasıldı?”
Yanıtlarsınız, “Eğriydi...
O da hiç görmemekten iyidir elbet.
Ama “seyahat” değildir, buzdolabına eklenen küçük bir magnettir belki.
* * *
Ruhi Su'nun o davudi sesiyle mırıldandığı gibi, “her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel” de...
Pencereden rüzgarla geçen “yol manzaraları”, o kentin, ülkenin farklı dokuları, molaları olmadan, yolu yaşanmadan nasıl içselleştirilebilir ki uzaklar.
Devam edeceğim, kelimelerle de seyahat zevklidir.

Haberin Devamı


(¹) "Seyahatin Kültür Tarihi" Winfried Löschburg - Dost Kitabevi

Yazarın Tüm Yazıları