Paylaş
Ve hatıralarımızla avunuyoruz bir çok mevzuda... Onlarla yaşıyoruz.
Facebook’da eski fotoğraflara bakıyorum; kimi “Bir zamanlar ben...” fotoğrafları, kimi lisedeki “aynalı pastane”...
Hepsi hoş, hepsinin insana değen yanları var. Yaşadık çünkü.
O günlerde tutulmayan günlükler, kaybolan albümler, hafızanın -zamanla- sağaltıcı refleksiyle ayıklanarak temize de çekiliyor bazen.
Masumiyetin müzelik olduğunu bile bile, “Masum değiliz hiçbirimiz”i mırıldana mırıldana, çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin gülümseyen/gülümseten an(ı)larında arıyoruz eksikleri.
Notlarını kaybetmiş, belleği her yıl eksilen yorgun vakanüvisler gibi...
Hatıralarımızın artık sıkışan çekmecelerini karıştırıyoruz.
* * *
Hatıralar yaşımızı da hatırlatıyor aslında...
Fakat onları paylaşınca sanki bir an o zamanlı oluyor, yaşlanmadığımızı sanıyoruz. Sansınlar istiyoruz...
Eğer yaş izafi bir şeyse... “Olduğum değil göründüğüm yahut hissettiğim yaştayım” meselesi, sıkı bir palavra değilse...
Belki sadece, kayda değer yeni anıları olanlar, “hatıra yaratanlar” yaşlanmaz.
Belki onlar çocukluğunun, gençliğinin hatıralarına mahkum kalmaz.
Çünkü hâlen yaşadıkları anı olamayacak kadar tazedir, kendi olmasa da hatıraları gençtir hâlâ.
* * *
Lâkin sadece hatıralarıyla yaşayanlar, yaşı yetmese de ihtiyar.
Ve öyle yaşlanmak, belki de bunun farkında olamamakla seyreden bir “rahatsızlık”. Yaygınlığına bakılırsa, belki enfeksiyon...
Enver Gökçe’nin seslenişindeki gibi:
“Sen /Vermişsin de sırtını meşeye /Koca ihtiyar!
Yolların, yolcuların /Akşamla değişen şeylerin haricindesin.
Hatıralarınla yaşıyorsun...”
* * *
Herşeyde bir hatıra aramamız bu yüzden.
Yaşananlarla yaşanamayanların bilançosunu, geçmişten gelen, “elde var” anılarla dengelememiz lâzım.
Rafları, vitrini durma boşalsa da... Eli –akıllı- cebinde çırak, “O hatıradan kalmadı abi” dese de… Mahallemiz, sokağımız hatıralık eşya dükkanı zaten. Nedense hep “biz”i anlatan romanlar, hatıra defteri...
“Tarih kitabı gibi hatıra defterlerimi okuyorum” diyor ya, Özdemir Asaf.
O hatıralar tarih olmasın istiyoruz. Hep genç kalsın, burada kalsın istiyoruz.
İstiyoruz da... Bugünü, yarını açıklamamıza, anlamamıza yetecek mi o hatıralar?
Ahmet Erhan’dan mülhem, sandıktan çıkacak “naftalinli gençlik” çözecek mi hayattan siyasete, aşktan yalnızlığa, bugünden yarına, cümle ikilemlerimizi...
Yoksa Turgut Uyar fena hâlde haklı mı bu mevzuda:
“Tarihe gömülen koca koca atlar /Tarihe gömülür o kadar.”
* * *
Mümkünü olsa; bir zaman makinesi yahut saatleri, yılları geri alma enstitüsü... Sanki koşarak döneceğiz o zamanlara.
Döneceğiz de, neyi bulup, neleri arayacağız acaba?
Sobalı evde kestane kebap, radyoda “Mikrofonda Tiyatro”, saman kağıda mektuplar, daktilolar, boynuzlu troleybüsler, telefon kulübeleri...
Geri verecek, onaracak mı hayallerimizi, yatıştıracak mı özlemlerimizi?
Yoksa “uzaylı” mı kalacak oralarda aklımız, o vazgeçemediğimiz yeni alışkanlıklarımız...
Eski mutluluklarda, yeni mutsuzluklara mı saplanacağız yoksa?
Hatıralarımızı bile mutsuz kılacak belki, böyle bir zaman yolculuğu...
Ve o soru yine ortada kalacak:
Yanlış hayatı mı yaşadık?
Yoksa hayatı mı yanlış yaşadık?
Paylaş