Paylaş
Hepsi aynı kumaştan, Hacivat’ın Karagöz’ün, Pişekar’ın Kavuklu’nun kafasına kafasına indirmesi geleneğinden midir... Bilemiyorum.
Hemen tüm yerli komediler bağır-çağır, kavga-dövüş seyrediyor bizde...
Ama “gülemediğim”, tersine rastladığım an bunaldığım komediler, sadece “yerli malı, yurdun malı herkes onu kullanmalı” düsturundan hareketle, copy-paste yerli dizilerden ibaret değil.
Bir zamanlar empati-sempati-kahkaha üçgeninde izlediğim Mr. Bean skeçleri filan da şimdi çok uzağımda...
Seinfeld, Friends falan derseniz; saygımız sonsuz ama birlikte tarih olmaktayız zaten.
Hele gişesi 7 kıta 4 iklimi saran "duygusal komedi"den sakın söz etmeyin.
Ne ağlatır, ne güldürür, ne de ondurur...
* * *
Arada gülümseten değil, gerçekten kahkaha attıran espriler deyince...
Kendi hesabıma istisnam Cem Yılmaz.
Onun sahnedeki esprileri, küçük dev hikayeleri, hâlâ çok iyi geliyor bana.
Ancak dün izlediğim “açık oturum” bünyemi sarstı biraz.
Yılmaz Erdoğan, Russell Crowe, Olga Kurylenko ve Cem Yılmaz, Son Umut filmi vesilesiyle bir araya geldiler.
Cem Yılmaz, -sektirmeden- her cümlesinde, her espride yanında oturan Crowe’a meyledip, kolunu tuttu.
Hatta program boyunca kolunu bırakmadı, desem... Mizahi abartının sınırlarında kalır.
Hani, yanındakiyle konuşurken kolunu tutmak... Cümlenin tonlamasına, verdiğimiz ehemmiyete göre kolunu sıkmak gibilerinden bir samimiyet halimiz yahut "Dur bak ne söyleceğim" mezalimimiz var ya... (Adamcağız Yeni Zelandalı üstelik)
Aynen öyle.
* * *
Cem Yılmaz gösterilerinde bu halin de parodisini yapmış mıdır, hatırlamıyorum.
Ama iletişimde el-kol kullanma maharetimiz, sıkça yer almıştır beni kahkahaya boğan esprilerinde...
Onun mizahi yaratıcılığında aklım ilk istasyona varmadan lastik patlatır ama... Bence bu halinden de sıkı espri malzemesi çıkar.
Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı, sonuçta. (Yazımın finalini getirirken, keşke yanımda olsaydınız da kolunuzu tutsaydım)
DOĞASINA GÖLGE ETME YETER
İKİ köpeğine 100 bin lira harcayan kadını değil de... Daha çok onca fırfırlı farbelalı, takılı şapkalı, donlu çoraplı kıyafetleri giymek zorunda kalan o köpecikleri dert edinen dünkü yazımın mürekkebi kurumadan...
Ekranlara bir haber daha düştü:
Londra’da yaşayan 48 yaşındaki Barbarella Buchner, 7 yıl birlikte yaşadığı erkek arkadaşından ayrılınca kedileriyle evlenmiş.
Nikah cüzdanı da, “İşte belgesi” gibilerinden habere iliştirilmiş. (Tanıklar da Mickey ve Mouse'dur herhal)
Buchner, Lugosi ve Spider adlı kedileriyle İspanya’nın Lanzarot Adası’nda “balayı”ndaymış bu aralar.
* * *
Kediler “Evet” diyemeyeceğine göre, o nikah yok hükmündedir de...
Yine de, iki ciğer-bir döşek ve bir yastıkta kocama vaadiyle kedilerin kafeslenmesi yazıktır, günahtır.
Kedigiller sirk dışında böyle zulüm görmemiştir, "bütün kara parçalarında, Afrika dahil"...
(Ki, ikinci kafesleme de denizaşırı balayı sevdasıyla, uçak bagajında başlarına gelmiştir)
Üstüne üstlük, kedileri "nikahına almak" beyhudedir. Nafiledir...
Yeni gelinimiz evinin kadını olup çok abanırsa...
Önce usuldan tırmalayacak (kız seni yerler yerler), sonra da o güzelim özgür-yaban doğası gereği bir gece ansızın balkondan atlayıp, -öyle ya da böyle- terk-i diyar eyleyecektir.
* * *
Geçenlerde yazımda, Aragon’un “kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi” dizesini aktarmıştım.
Meğer mağduriyetin o hali, sadece insanlarla ilgili değilmiş.
Gerçekleştiremediğimiz, içimizde ukde kalan hevesleri, bizi seven, bize muhtaç olan başka canlılar üzerinden yaşama sevdasını bırakalım... Ayıptır.
Severken doğasına, özgürlüğüne gölge etmeyelim, yeter.
Galiba bu, çocuklarımız için de geçerli.
Tüm saraylar, köşkler, kürsüler dahil.
Paylaş