Paylaş
Sadece gerçeklerin farklılaşmış/farklılaştırılmış hali olduğu için değil.
“Tabir”inden medet ummak, hiç değil.
Belki bazen yaşananlar hikaye kurmaya yetmediği için rüyaları dinler, rüyaları anlatırdık.
* * *
Hayra yoran da olurdu, olmayan da...
Ama bazen sabahına hatırlanmasa da, tükenmezdi rüyalar. Hatırlanmazdı ama bir rüyanın görüldüğü, rüyanın var olduğu bilinirdi.
Anlatanın biraz mahremiydi de rüyalar.
Çünkü “kendine” benzerdi aslında. Kendini oynardı rüyanın ekranında insanlar.
Edip Cansever’e konuşan “Bayan Sara”nın dediği gibiydi rüyalar:
“İnsanın duası bile kendine benzer. Rüyaları da öyle.
Hele rüyasını anlatanı tanıyorsanız, az da olsa tanıyorsanız, anlatılanla anlatanın nasıl bütünleştiğini hemen fark edersiniz…”
* * *
Rüya önemliydi. Önemli insanlar da farkındaydı bunun.
Hani Federico Fellini der ya, “Sinema rüyanın dilini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak, filmler hakkında konuşmak gibi. Yıllar saniyeler içinde geçebilir...”
Öyleydi işte...
Rüyaların dili, içerlerdeki benlerin, benliklerin de diliydi.
İnsanın tek kişilik ekranında, renkli-sinemaskop filmdi aynı zamanda rüyalar.
Bazen kısa, bazen uzun metrajlı…
Hatta bazen, bir dizi kıvamında gecelerce biteviye aynı rüya.
* * *
Şiirler de rüya görürdü çoğu kez. Rüya da gördürürdü:
Orhan Veli’nin dizelerinde “sabaha karşı bütün Altındağ rüya görür”dü mesela...
Eski filmlerde aynı yastıkta farklı rüyalar görürdü, “bir yastıkta kocayanlar”...
O eski karı-kocaların, yataklarındaki bir buçuk metre uzunluğundaki tek, yekpare yastıkları sözünü ettiğim... Beyaz, patiska kılıflarından ucundaki parlak satenleri görülen yastıklar.
Düşhekimi Yalçın Ergir, genellikle saten yorganı ile aynı renkte olan bu yastıkların ayrıldığını, ikiye bölündüğünü ve “yarım yastık”lara da “Küstüm yastığı” adının verildiğini anlatıyordu bir yazısında.
Belki rüyalar da artık anlatılmayınca, karmaşıklaşınca ya da bu hengamede sabaha unutulunca ayrılıyor, uzaklaşıyordu hayattan.
Rüyalarına bile küsen insanlar da vardı hayatta, değil mi?
Paylaş