Paylaş
Eylül ayında Kurban Bayramı da, yine 9 günlük bir tatille, diyaframdan nefes aldıracak.
Özel sektörde tatilin ayarı epey farklı da olsa, tatil şahane.
Çünkü kolu alevli-alnı ateşli 1 günlük o nostaljik karma aşı tatili dahil, okuldan, işten uzaklaşmak harikadır.
“Mecburen, mecburen, mecburiyetten” meselesi, MFÖ’nün göbek atılası şarkısını değil, çoğu kez Barok dönemin kasvetini uğuldatan heyula kilise orgunu yükler insanın sırtına zira...
* * *
Fırsat mı fırsat... Kaçarız buralardan.
Lâkin herşey bir yere, bir raddeye kadar tabi. Çünkü mevzu tatil de olsa, aklı başında, mümeyyiz, ayağını yorganına, hayallerini ortopedik yastığına göre uzatan insanlarız.
Kaçmak da, uzaklaşmak da, kilometre de bir yere kadar.
Hele cümbür cemaat “bayram tatili” deyince... Bütçesi var, “uzun yol”u var, çoluk-çocuğu ve asıl önemlisi ah o yorgun alışkanlıklar var.
Rota da, menzil de, ona göre.
* * *
Hâl-i ahvâl böyle olunca... Hepsinin başına “makul” kelimesinin eklendiği anahtar deliğinden bakıyoruz meseleye:
Makul mesafedeki, makul bir yere, makul zamanda, makul koşullarda gitmek...
Makulün dışına taştığımız, aşırıya kaçtığımız tek şey, ağzı zor kapanan bavulumuz, ki o kadar da olsun.
Alışkanlıklarımızı, şeylerimizi, “evimizi” az-biraz taşıyacağız, yanımızda götüreceğiz oraya tabi.
Kapılıyoruz o furyaya, sürükleniyoruz peşisıra...
* * *
Gidiyoruz da... İçerlerimizde bir yerde, böylesi “bayram tatili”nin, Jules Verne’lerden, Ayşegül Geziyor’lardan beri hayalimizde aç-biilaç uyuklayan “seyahat”ten çok farklı olduğunu hissediyoruz.
Öyle ki, “Bayramda sen nereye gittin?” diye sorduklarında, bayramlarda pek bir yerlere gitmesem de, gitmişim gibi oluyorum.
Aynen benim düşündüğüm gibi düşündüğüne kalben inandığım -en az- 10 milyonlarca okur gibi, biraz mahcup; “Çoluk-çocuk var mâlum, ‘deniz tatili’ yaptık mecburen” demek geliyor, içimden.
Sansınlar ki, çoluk ve çocuk olmasa yaylalardan dağlara, safariden kutuplara, en kalabalık bulvarlardan çöllere, yaman bir devrialemin koordinatları hazır navigasyonumuzda.
Ama olmuyor işte; akla vurduğunda şamar yiyeceğin nedenler, bahanelerle, bir türlü olmuyor.
Hem, çoluk var, çocuk var, olmadı torun torba var...
Söylemeye dilim varmıyor ama... İşte o mahur bahanedeki, “çoluk” kısmı bizzat biz oluyoruz kıymetli tatilciler.
Biz ve 100 metre koşusunda bile parkura engeller, acabalar koyan düşüncelerimiz.
(Çoluk, yani o kullanışlı kelime halk ağzında hindi anlamına da geliyor. Mevzu tatil olunca da yine hindi gibi düşünüyoruz... Sonra da yılbaşı, zaten)
* * *
Biraz açayım...
Rahatımızı, yani o tembellikten gönül yorgunluğuna kadar envai duyguyu özetleyen “rahatımız”ı ve onu koruyacağına inandığımız alışkanlıklarımızı seviyoruz öncelikle.
Akıllıca (hindi gibi) düşünüp, deli gibi seviyoruz alışkanlıklarımızı... Hayatlarımızın hava yastığı onlar. Güvenlik sensörlerimiz.
Ya değişiklik, yaşamımızdaki “ayniyet”in düm-teka-düm-tek’ine davul solo geçecek irili-ufaklı kıyametler, bağrımızda evrimler-devrimler getirirse?
Ya farklı dağları, yaylaları, gölleri, denizleri, bi acayip köyleri, bambaşka şehirleri ve bittabi farklı insanları, toplumları gördükten sonra sığamazsak evimize, içimize... Hiç bir yere?
* * *
Hele oralarda mutluluğun, özgürlüğün resmini çizmişler, çiziyorlarsa...
Ya -o bazen kopasıca- kafamızı karıştırırsa, gördüğümüz bir şeyler.
Mazallah, bir de Tri-Action, Multi Protection, Ultra Sensitive (Medium ve mavi) diş fırçamızı unutursak da, bulamazsak -onun gibisini- gittiğimiz yerde?
Ya markası, açıklamaları, ekrandaki cıngıllarıyla, güneşe seyahat planları yapılan uzay üssünden gelme, binbir etkili güneş kremlerimiz?
Devam edeceğim.
Paylaş