Paylaş
Sonra öyle bir şey olur ki... O düzenli sandığımız hayatımızda, sürüp giden yaşamamızda artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını fark ederiz.
Birdenbire anlarız...
Çoğu insan, kendi hayatında da sıradışı ağır haller yaşanabileceğini, hayatın ortalama “normal”lerinin bir anda alt-üst olabileceğini, anca o “an” geldiğinde, o “durum”la yüzleşince algılar.
* * *
O çarp(ış)ma “an”ına kadar, kendi hayatının dışındaki felaketleri, kendi yaşam alanına değmeyen travmaları -bazen gözleri dolsa da- bir “ekran”dan izler.
Koca bir aileyi hayattan kazıyan bir trafik kazası, bazı insanların hayatına ya da kalan ömrüne mal olan “darbe”ler, ekonomik krizler, ölümcül hastalıklar, cinayetler, depremler, işsizler, evsizler...
O gelmez olasıca, evlerden uzak olasıca o an, aniden zorlayabilir, kırabilir insanın kapısını, dünyasını...
“Evim evim güzel evim” dediği yer, bir anda ıssız bir azaphaneye, hatta suç mahaline dönüşebilir.
Yahut her gün duraktan bindiği bir otobüs, onu hiç ummadığı bir yere, bir sona götürebilir. Az önce gülerek uğurladığınız biriciğinizi, son kez gördüğünüz akıldan bile geçmez.
Ve bütün bunlar yüreğimize değse de, hayatımıza değmeden “ekran”dan gelip geçer.
Başkalarının hayatlarıdır onlar.
Benzer ya da farklı bir biçiminin, kopup gelen bir meteor gibi aniden hayatımızın ortasına düşebileceği aklımıza gelmez.
Seyrederiz, ekrandan.
* * *
Gerçektir ekrandan seyrettiklerimiz. Film değildir.
Gerçi, filmlerde izlediğimiz kadına şiddet de, Türkiye’de hep vizyondadır...
Ve ekranımızda çoğu kez çıplaktır o gerçek, ama mozaikler, keser, flulaştırır RTÜK. Biz de gerçekle aramıza buzlu cam koyarız.
Sonra, duygularımız da buz tutar... Buzlaşırız...
Çünkü biz gerçeklerle değil yüzleşmek, karşılaşmaktan bile hoşlanmayız.
Gerçeği, sadece başa çıkabileceğimiz, katlanabileceğimiz, öteleyebileceğimiz, hatta yok sayabileceğimiz kadarıyla isteriz.
Ve “Olabilir, ama...” ile başlayan cümlelerle kovalarız gerekirse, “içişlerimiz”den.
“Ucu bana dokunmaz”dır nasıl olsa; “Benim başıma gelmez”dir.
* * *
Oysa...
Şiddetin her sokakta böyle koşuşturduğu bir hayatta, kimse muaf ve dokunulmaz değildir.
O sıradan, düzenli saydığımız/sandığımız rutinlerimiz bile ebedi değildir, böyle bir dünyada...
Ama ateş yakınımıza düşmedikçe, anlayamayız maalesef.
Anlasak da yeterince hissetmeyiz.
Vicdan, yokluğunda en çok bahane üretebilen bir reflekstir heybemizde...
* * *
Nasreddin Hoca o nedenle “Damdan düşenin halinden, damdan düşen anlar” der.
Biricik oğlu Umut’u 17 yaşında tabanca kurşunuyla kaybeden Nazire Dedeman’ın o yıl Umut Vakfı’nı kurarak hayatını silaha, silahlanmaya karşı mücadeleye adaması o yüzdendir.
Aynı nedenle, bir çok buluşun ardında ateş yakınına düştüğü için ömrünü o hastalığa, o soruna çare bulmaya veren insanlar vardır.
* * *
İşte o “an”, gerçekle yüzleşme anıdır.
Ve işte, belki de ilk kezÖzgecan Aslan’ın hunharca öldürülmesi... Ateşi yakınımıza olmasa da, ta içimize düşürdü.
“Allah korusun” diyerek ya da başka bir inançla, farklı bir koruyucu dilekle, temenniyle yazıyoruz-okuyoruz bu satırları... Tahtaya vuruyoruz, kulağımızı çekiyoruz belki, dilimizi ısırıyoruz.
Bize, yakınımıza olmamasını diliyoruz yürekten... Yüce güçlerden....
* * *
Ama ilk kez anladık ki; böylesi acıların hiçbiri uzağımızda değildir.
Her evin, her hanenin içinde, yakınında bir Özgecan var, bizim hayatımızda da...
Artık başkalarının hayatı değil, hiçbiri.
Paylaş