Paylaş
Ötesi karşısındaki, bir zamanlar ya da hâlâ şu ya da bu biçimde “sevdiği” birisiyse...
İki sevgili (yahut eş) arasındaki kavgayı da aktardığım önceki yazımı, bu soruyla bitirmiştim.
Birlikteliklerin sanki tüberkülozu haline gelen bu durum, epeydir kafamı kurcalıyor.
Sadece kelimelerle, tavırlarla zehir etmek de değil.
Şiddetin, cinayetin ve dahi bir çok intiharın, başlangıç, giriş bölümünde de öyle ya da böyle bir sevgi, bir aşk-meşk hâli yatıyor.
Hatta finali bile bazen, “Çok seviyordum, öldürdüm Hakim Bey” tiradıyla geliyor.
* * *
Böyle durumların altında, arızalı bir hissiyatın, muhakemenin yanında, arızalı bir “öğrenme” de yatıyor olmalı.
Daha çok sinemaskop hâllerinden, elemli, isyaaanlı şarkılardan mı öğrendik, öğreniyoruz aşkı?
Bu mevzuda “Mektebi İdadi”lerin, sübyan okullarının ana müfredatı, oralardan mı başlıyor...
İlkokulda sınıfımızın “en tecrübeli” kızının, “Aşk bir sudur, iç, iç kudur” tekerlemesi midir, yoksa?
Ve “o aşk” gelince, içerlerde, kuytularda zamanını bekleyen, ısıtan ama bazen de -dışı seni, içi beni- yakan, kavuran, kül eden kaşıntılı duygular zincirinden mi boşalıyor...
Dörtnala gelip de Uzak Asya’dan, üzerimize akın mı ediyor?
* * *
Demeye dilim varmıyor ama, öyle bir kül var herhal ocağımızda. Ve biri üfleyince, külün altında saklanan kor, alevleniyor.
Bize öyle öğretti zira, 13 yaşındaki Juliet ile 17 yaşındaki Romeo.
Aşk ve ölümü aynı sıraya oturtan destanlar, efsaneler öyle öğretti.
Ve bizi, aşkın elem-kederle yakın akraba hâllerine, acı, kuşku, kıskançlık, öfke, tutkuyla bol baharatlı, o tutsak, o habis örneklerine öyle alıştırdılar ki...
Başka bir yolu, “zehir”in başka panzehiri olmadığını sanıyoruz belki.
Böyle olmazsa, aşk mı denir ona?
* * *
Hayatı “başkasına zehir etmek”le yumurta ikizi, hayatı kendine zehir etmek de var tabi.
Zeki Müren’in, bir tas “bol tuzlu” can eriğiyle bir 35’lik yuvarlatan o kült şarkısı mesela:
“Zehr’etme bana hayatı cananım /Elemlerle doldu benim her anım /Kederinle yanıp sönse de canım /İnan ki ben sana yine hayranım...”
Güftesi akrostiş, dikkatinizi çekerim; yukarıdan aşağıya baş harfleri ZEKİ...
Belki eserine imzasını öyle atmak istemiştir ama... Bence değil.
Öyle olsa da değil, benim kurgumda, benim hayalimde... (¹)
Güftesi, bestesi, akrostişi, yorumu kendisine aittir, o zaman katil uşak olamaz. O kadar basit.
Bence öyle trajik bir ironidir ki, o şarkı hayatı kendi kendine zehir edenlere (de) adanmıştır.
Elemlere, kederlere hayranlıkla (aşkla) katlanan, zehri “Şerefine” diyerek yudumlayan, bize de öyle anlatan kendisidir zira.
Popüler sinemada, daha popüler medyada ve komşu teyzede öğretilen “aşk” da, aşağı-yukarı öyle bir şeydir. (Sevgi aşağıya, karasevda yukarıya...)
İskeletini böyle yargılardan, hatta imrenmelerden kurarsa, o zaman “aşk” da “eti senin, kemiği benim”le yola koyulur.
* * *
Müren’in bu Acemkürdi şarkısını, TV’de piyanosuyla Erkin Koray’ın da okuduğuna inanır mısınız peki... İnanmazsanız bakın internete, dinleyin.
Bu şarkıyı asırlık rockçı Erkin Baba’ya -TRT ekranından 70 milyona- okutturan neyse, birbirine ve kendine hayatı zehir eden insanların -eğer varsa- tek masumiyeti oralarda gizlidir.
Lâkin gidişatı öyle masum değildir, indirime girmez.
* * *
Aşkın, hayatı birbirine zehir eden birlikteliklerin, sahip olmak, iktidar arzusuyla da meret (meredyen) bir bağlantısı var sanırım.
Ve anlaşılan; yırtıcı bir yönü de var aşkın, çoğu birlikteliğin...
Çünkü insanın içinde yırtıcı hayvanlar var.
Ama bunun türü, seyri, yansımaları, içerlerdeki inleri ya da kafesleri farklı.
Mevzuya oralardan devam etmeye çalışacağım.
(¹) Bu cüreti Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü” kitabından alıyorum: “İleride gelecek olan sayfalar tüm gücünü tamamen gerçek bir öyküden almıştır. Çünkü başından sonuna kadar ben hayal ettim.”
Paylaş