Paylaş
Başlığımız, tasavvuf düşüncesinde, sonsuzluk adamının yalnızlığını ifade için kullanılan ‘Bâ heme vo bî heme’ farsça sözünün Türkçesidir. Yaratıcı ruhun yalnızlığını, birbaşınalığını dile getiren en güzel söz bence budur...
Bu sözde ifade bulan yaşama şekline ‘halvet der encümen’ (kalabalıkta yalnızlık) diyor sûfî düşünce...
Kur’an düşüncesinin ölümsüz ismi Muhammed İkbal (ölm.1938), yaratıcı ruhlara özgü bulduğu bu yaşam şeklini yeğlemekle birlikte kalabalığa katılmak zorunda kalanlara şöyle sesleniyor Câvidname’sinde:
“Ey kervana katılan! Herkesle yürü, fakat yalnız ol!”
Tüm yaratıcı ruhlar, bu üreten ve yücelten yalnızlığı bir biçimde dile getirip övmüşlerdir. Muhammed İkbal’in fikir kaynaklarının üçünden, İbn Arabî, Mevlâna Celaleddin ve Nietzsche’den birer örnek verelim.
İbn Arabî (ölm. 638/1240), insanlığın henüz anlama düzeyine ulaşamadığıFütûhât’ında şöyle yazıyor:
“Sonsuzluk yolcusunun yalnızlıkla ilişkisi, Allah ile insan kalbi arasındaki ilişkiye benzer. Nasıl ki, Yaratıcı, en büyük tecellisini insan kalbinde buluyor, aynen bunun gibi, insan da en yüce tecellisini yalnızlıkta bulur...” (Fütûhât, 2/150)
Mevlâna Celaleddin, o ölümsüz Mesnevî’sinin o ünlü ilk 18 beytinde kendi yalnızlığını, anlaşılmamışlığını ifadeye koyan şu dizelere yer vermiştir:
“Ben, her meclisin ağlayanıyım; iyilerin de kötülerin de arkadaşıyım. Herkes kendi sanısına göre dost oldu bana, ama içimdeki sırlarımı hiç kimse fark edemedi. Benim sırrım, feryadımdan uzak değil, ama göz ve kulakta o ışık yok. Ham kişi pişkin kişinin halini anlar mı hiç! O halde, sözü kısa kesmek gerek, vesselam!”
Ve Nietzsche (ölm.1900), zamanın üstüne çıkmış eseri Zerdüşt Böyle Dedi’de yaratıcı yalnızlığı şu sözlerle kutsuyor:
“Ey inziva, ey yurdum, ey yuvam! Bütün varlıklar hakkında her düşünce bana sende gelir. Sende her varlık dile gelmek ister ve her oluş senden konuşmayı öğrenmek diler. İnsanlar arasında yaşanırsa insan unutulur...”
Çünkü insanlar içinde eriyip giden, kütle denen etten robotun bir parçası haline gelen insan her şeyden ve herkesten önce kendini unutur. Kendini unutan, benliğini yitirir. Ve benliğini yitirenden kimseye hayır gelmez!..
Aynı zamanda hocam ve düşünce öncülerimden biri olan babam, bağlı olduğu tasavvuf disiplinin bu önemli ilkesini sık sık sohbet konusu yapardı. Yaratıcı ruhun, çevresinin insanlarla dolup taştığını, elinin-eteğinin öpüldüğünü, kendisine hizmetler-nimetler sunulduğunu, fakat böyle bir benliğin gerçekte hep yalnız, hep kimsesiz olduğunu uzun uzun anlatır, derin derin iç çekerdi.
Yine bu konuyu anlattığı bir sohbetinden bazı notlarımı, kısmen sadeleştirerek yazmak istiyorum:
“Hak adamının Allah'tan gayrı dostu olmamalıdır. Bunun aksi, işin tabiatına ters düşer. Çünkü gariplik, kimsesizlik, anlaşılmazlık Hak yolunun (babam buna ince yol derdi) kaçınılmazlıklarından biridir... Hak adamının etrafını sarmaları onu anladıklarından, onunla birlik olduklarından değil, onun verdiklerini başka yerde bulamadıklarındandır. Hak adamı bunu bilmelidir. Bilecek ki, insandan bir şey beklemek gibi bir hataya düşmesin. O hataya düşmeyecek ki, hayal kırıklığına uğramasın. Hak adamının azığı ve ödülü yalnız Hak'tan gelir. Kalabalık, Hak adamına ödül olarak sadece alkış verebilir. Alkış ise Hak adamını rahatsız eden kuru gürültülerden biridir."
"Babam, Hak adamının yalnızlığı konusunu çok sık ele alırdı" dedim.
Bir örnek vereyim:
Ölümüne yakın günlerde İstanbul'a gelmişti. O günlerde yaptığım konuşmalar çevreme epey insan toplamıştı. Bu durumu bir ay kadar bir süre izleyen babam mutlu olmuyor değildi ama buruk bir acı duyduğu da gözden kaçmıyordu.
Nihayet, bir gün, bahçede uzun bir süre baş başa kalmış, tarifsiz güzellikte bir sohbetle ‘ince yol’un inceliklerine uzanmıştık. Gök mavisi gözlerini bir süre alnımda odaklaştırdıktan sonra âdeta vasiyet gibi şunları söyledi:
“Etrafına adam toplamamaya gayret göster. Kalabalık seni sakın aldatmasın. Şunu bil ki, oğlum, sen hep kalabalıklarla birlikte olursun, ama hakikatte yalnız yaşar, yalnız ölürsün.”
Bu sohbetten birkaç gün sonra İstanbul'dan ayrılan babam, ondan birkaç gün sonra da bu dünyadan ayrıldı. Kendi ifadesiyle ‘ince yolu yürüyenlerin varacağı yere, Dost'a döndü!’
Hak Dostu'nun Dost'a dönüşü üzerinden 34 yıl geçti.
Yalnızlık ve yalnızlarla ilgili bu garip kader, öteleri görebilen gözlerden biri olan Tebrizli Şems (ölm. 645/1247) tarafından bir cümle ile açıklığa kavuşturulmuştur. Diyor ki büyük Şems:
“Sen ne kadar önde gidersen arkandan gelen o kadar az olur.” (Şems; Makaalât, 2/32)
Sebep açıktır:
Önde giden, daha çok şeyi daha erkenden görür. Gördüğünü söyleyince de göremeyenler ya rahatsız olurlar yahut da inkâr eder.
İşte mesele budur.
Önde giden, her zaman herkesle görünebilir, görülebilir. Ne var ki, bu görünme onun herkes tarafından anlaşıldığını göstermez. Bu gerçek, düşünce tarihinde belki de en muhteşem ifadesini ölümsüz Mevlâna’nın Mesnevî’sinde bulmuştur.
Ölümsüz ruh, ölümsüz eserini oluştururken belki de yaptığı işin kendisi bile tam farkında değildir. En muhteşem balları sentezleyen arının, balı asla anlatamadığı gibi. Evet, balı arı yapar, ona ne içirirseniz onu bala çevirir ama balı asla anlatamaz. Heidegger (ölm.1976) üzerine yazan Richard Palmer, ölümsüz Heidegger’i anlatırken şu cümleyi de kullanmıştır:
“Taklit edilemez düşünce penceresinden bakarsak, her büyük düşünür tam anlamıyla hiçbir zaman ifade edilemeyecek bir tek düşünceyi seslendirir.” (Palmer, 140)
Bu bayram arefesinde, bir yandan ‘ince yol’ dediği hikmet yolunu bana belleten babamı rahmetle anıyor, bir yandan da şiirin büyük ustalarından biri olan Necip Fazıl'ın şu dizelerini tekrarlıyorum:
“Garip geldik, gideriz; rafa koy evi-barkı; Tek, dudaktan dudağa geçsin ölümsüz şarkı!’
Paylaş