Fahrettin Paşa’ya bağlı 5. Süvari Kolordusu’nun bir neferi olarak İzmir’e ilk giren süvarilerden Halil Çavuş’un, yoksul ama onurlu yaşamı beni daima büyüledi..
HALİL ÇAVUŞ’u, tanır mıydınız?.. Hani 30 yıl öncesine kadar, 9 Eylül törenlerinde, Kuvayı Milliyeci gazilerin en önünde kocaman sancağı taşıyarak, ağır ağır geçerdi.. İri yarı, şişman, bembeyaz sakallıydı; göğsünde dürbünü, belinde tabancası ve eski kalpağı ile cephelerden kopup gelmiş bir büyüsü vardı. Sancağın kalın sopasını göbeğine batırır, bayrağı dalgalandırarak sallardı..
Halil Çavuş fukara bir ihtiyardı. Mezarlıkbaşı’nda köhne bir otele sığınmıştı. Sarhoşların, kumarda evini, barkını kaybetmiş zavallıların, kadın tüccarlarının, esrar bağımlılarının, katillerin ve cinsel sapıkların barınağı olan bu esrarengiz otellerde, nice fukara, ama yiğit insanlar da yaşardı.. Oraları bilir miydiniz?..
Hiç yoksulluğun dibine yuvarlandınız mı?.. Evinizi, barkınızı, işinizi kaybedip, Mezarlıkbaşı-Basmane otellerine küt diye düşüp, üç beş liraya pis yataklarda uyuklayıp, ertesi akşam para bulamadığınız zaman kovulduğunuz oldu mu?..
FAKİR GAZİLER
Gazi maaşıyla kıt kanaat geçinen Halil Çavuş, işte böyle gariban işi otellerde kalırdı. Evi, barkı, kimsesi yoktu.. Eski püskü bir bavulu, yamalı haki renkli kaşe asker elbisesi, İstiklal Madalyası, kalpağı, dürbünü, fişekliği, palaskası, tabancası, içi boş el bombası, iki-üç eski gömleği, asker parkası, patlak asker botundan başka hiçbir şeyi yoktu. Biricik bavulunu ise hiç açmazdı.
Sabahları Basmane çorbacılarında mercimek içer, öğlen Tilkilik kahvelerinde uyuklar, daha sonra Hatuniye Camii karşısındaki eski kitapçıya sığınırdı. Geceleri erkenden yatağına çekilirdi. Sessiz, efendi, gariban, iyi yürekli, tonton bir dede görünümündeydi. Ama torunları, çocukları yoktu, kimsesizdi.. Üstelik beş parasızdı..
O yıllar hep düşünmüşümdür.. Biricik ziynetleri olan İstiklal madalyalarını göğüslerinde şerefle taşıyan koskoca Kuvayı Milliye kuşağı, niçin hep fakir fukaralarla doluydu?.. Neden hemen hepsi sürünerek yaşadılar?.. "Vatan" deyince, gözbebeklerinde belli belirsiz kızıl yaşların yanıp söndüğü bu onurlu insanların içinden, bir tanecik dahi olsa niçin "dolar milyonerleri" yetişmedi?..
SÜVARİ NEFERİ
Vatan için çarpıştılar.. Ama kurtardıkları vatan, onlara yalnızca boğaz tokluğuna yaşamayı layık gördü.. Düşmanla işbirliği yapanların çocukları parsa toplayıp iktidarları paylaşırken, saltanat ve manda artığı Bizans soyguncuları vurgunla, karaborsayla, faizle, zimmetle, sahtekarlıkla, rüşvetle, kaçakçılıkla, arsa spekülasyonuyla kahrolası kasalarını doldururken; yurt için kan ve barut kokan dehşet verici cephelerde pençe pençe çarpışan Anadolu yiğitlerine, kurtardıkları "şanlı vatan" bir türlü sahip çıkamamıştı!..
Fahrettin Altay Paşa’nın komutasındaki 5. Süvari Kolordusu’na bağlı, 2. Tümen, 4. Alay’a bağlı, İzmir’e ilk giren süvari neferlerinden olan Halil Çavuş, işte böyle bir unutulmuşluk içinde, gururla İstiklal Madalyası’nı taşıyan bir kahramandı.. Gariban Halil Çavuş’a, içinde bulunduğu koşullara niçin isyan etmediğini hiç soramadım. O zavallı ihtiyarcık her şeyi pek güzel bildiğini hissettirir, ama hiç konuşmazdı. Atatürk’ten başka sohbet bilmezdi bu yiğit insanlar.. Bir de komutanlarını överlerdi. Fahrettin Paşa’yı anlatırken gözleri parlardı.
UNUTULMAZ HATIRALAR
Bir 26 Ağustos günüydü.. Kordonboyu’nda askeri cip üstünde sancağı dalgalandırarak geçen Halil Çavuş’un heybetli görünümünü uyduruk fotoğraf makinemle tespit etmiştim. Hamza Rüstem’de bastırdığım fotoğrafların birisi muhteşemdi. Sanki 26 Ağustos’ta arslanlar gibi Yunan mevzilerine dalan Anadolu koçyiğitlerinin muhteşem görüntüsü, aynen Halil Çavuş’un siluetine yapışmıştı.. Fotoğrafı yanımda taşıyordum. Bir akşam Mezarlıkbaşı’nda Uşak-Söke Oteli’nde kalmıştım. Sabah otelden çıkıp Agora’ya doğru süzülüyordum. Bir baktım ki, Halil Çavuş eski kitapçının önünde gazete yığınları içinde oturmuş, iki- üç zeytinle bir parça ekmeği yiyordu..
Koştum yanına, fotoğrafı verdim. Eski kahramanların fotoğrafa ne kadar düşkün olduğunu o gün anlayacakmışım, havalara zıpladı, sevdi beni, elimi öpmeye kalktı..Böylece dost olduk.. Onu arada sırada aradığım, hatırını sorduğum, fitre ve zekatımızı verdiğim, anam kurban kesince et götürdüğüm, yeni fotoğraflarını çektiğim oldu.
Bir zamanlar "Hasan Tahsin ve Kuvayı Milliye Sergileri" düzenlerdim. Halil Çavuş, yanı başımda durur, ev sahibi gibi gelen konuklara sahip çıkardı. 1978 sergimde, kapıda Valimiz Necdet Calp’i, pür silah karşılamıştı..
ESKİ FOTOĞRAFLAR
Günler geçti, aylar birbirini kovaladı.. Halil Çavuş’u hep arar oldum. Oteline, hırpani odasına gittim. O berbat ortamda elmas gibi ışıl ışıl yaşayıp giden bu kahramana giderek daha fazla ısındım. Hep savaş anılarını anlatırdı, İzmir’e doludizgin nasıl girdiklerini canlandırırdı..Çala kalem yazardım anlattıklarını.. Bir gün hep kapalı duran eski bavulunu açtı. Donakaldım.. Bavul ağzına kadar kurtuluş savaşı fotoğraflarıyla doluydu.. Hepsini bana verdi. "Al oğlum.. Yaşadıkça bunları gazetelere bas, millet bizleri unutmasın" dedi. Yörük Ali Efe’ler, nice kalpaklı Mustafa Kemal’ler, İnönü’ler, İzmir’e giren süvariler, Fahrettin Paşa’lar, Karabekir’ler, tüm kahramanlar eski bir bavula sığmıştı. Hayatı boyunca yoksulluk çeken Halil Çavuş, eline geçtikçe milli kurtuluş belgeleri toplamıştı. Yazarlık yaşantımda ilk önemli belgelere böyle sahip oldum.
Bir büyük fotoğrafı ise vermedi, kendisine ayırdı. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz öncesi, tüm cephe kumandanlarını yan yana gösteren bir kocaman belgeydi. O resmi sımsıkı kucağında tuttu, geçmişine uzanan bir bağdı o fotoğraf..
Birkaç yıl sonra öğlen gazeteye geldiğimde eski bir gazete kağıdına sarılı bir şey bıraktıklarını öğrendim. Paketi açtığımda Halil Çavuş’un kendisine ayırdığı o fotoğrafla karşılaştım. Arkasına küçük bir not iliştirmişti: "Allaha emanet ol, oğul.."
ACI SON
Meğerse hastalanmış.. Hastaneye yatacakmış.. Birkaç gün sonra onu aramaya Mezarlıkbaşı’na gittim. Hasta olduğunu söylediler, ama nerede olduğunu bilen yoktu. Oteline gittim. "Devlet Hastanesi’ne yattı" dediler. Fırladım gittim. Ne yazık ki, sürekli göbeği şişen Halil Çavuş’u, Askeri Hastane de, Devlet Hastanesi de kabul etmemişti. Tepecik SSK Hastanesi’ne sarılık teşhisiyle götürdüklerinde, sigorta emeklisi olmadığı için bir sürü engel çıkmış. O akşam Halil Çavuş’u hastane dışındaki bir bekçi çadırında yatırmışlar, ama müdahale etmemişler, ilaç bile vermemişler. Sarılık, hemen siroza dönüvermiş.
Ve Halil Çavuş’um, vatanın hiçbir hastanesine kabul edilmeden açık havada, gökyüzünün altında can vermiş.. Ölüsü ortada kalmış. Bir gün sonra apar topar Kokluca’ya gömmüşler. İşin acı yanı, yanında taşıdığı plastik torbadaki İstiklal Madalyası, kalpağı, dürbünü, fişekliği ve tabancası kapanın elinde kalmış, yağmalamışlar garibanın eşyalarını.. Meğerse başına gelecekleri anlayan Halil Çavuş, hastaneye gitmeden önce gazeteye kadar gelip, o "Büyük Kumandanlar Fotoğrafı"nı bana bırakmış.
İSTİKLAL MADALYASI
Olanları duyunca, Namazgah’ta Dönertaş’ın köşesine dayanıp ağladığımı hatırlarım. Aylar sonra Çankaya’daki Bitpazarı’nda kaldırımdaki sergide kırmızı şeritli bir İstiklal Madalyası gördüm.. Kir, pas içindeydi.. Eğilip baktım.. "Bu madalya bizim ihtiyarın.." diye içimden bir ses bağır bağır bağırıyordu.. Yoksa yanılıyor muydum?.. Yoksa, Halil Çavuş’un madalyası Kuyumcular Çarşısı’ndaki lüks bir kuyumcu dükkanına mı satılmıştı?.. Ve altın madalyadan eritilip yapılan nefis bir şekerpare gerdanlık, Alsancaklı bir sosyete yosmasının şehvetli göğsünü mü kaplamıştı?.. Yemin ederim!.. Kuvayı Milliye Yılı’nda, "Halil Çavuşları" hiç aklımdan çıkarmadan, vatani görevlerimi yapmaya devam edeceğim..
Halil Çavuş, İzmir’e giren ilk süvarilerdendi
Uzun yıllar önce, İzmir’de "Kuvayı Milliye Sergileri" düzenlerdim. Halil Çavuş, tüm bu etkinliklerime katılır, benim yanımda göğsünü şişirerek fotoğraflar çektirirdi. İşte 15 Mayıs 1978’de Konak’taki İş Bankası Sanat Galerisi’nde düzenlediğim ve İzmir Valisi rahmetli Necdet Calp’in açtığı "Hasan Tahsin’in Yaşamı" isimli belgesel fotoğraf sergimde yine yan yanayız..