Paylaş
AİLECE bembeyaz giyinirdik. Annemin üzerinde beyaz entarisi, beyaz ayakkabıları, beyaz şapkası vardı. Babam, biricik beyaz keten takım elbisesini bir gece önceden itinayla ütülerdi. Sararmış beyaz ayakkabısını ve annemin ayakkabısını yine itina ile beyaza boyardı. Bir zamanlar beyaz yazlık ayakkabılar her sokağa çıkışta beyaza boyanırdı, hiç hatırlayanı çıkar mı?..
Ben de bembeyazdım. Beyaz fanilem, beyaz pantalonum, kenarları lacivert işlemeli beyaz hırkam ve yine beyaz burnu açık ayakkabılarım vardı..
Akşamüstü sıralarında Karşıyaka Müsavat Sokağı’ndan çıkıp şimdiki Zübeyde Hanım Caddesi’ne telaşla adımlarımızı atardık. Neşe içinde yürürdük.. Önce tren yoluna dayanır, sonra çarşı caddesini geçer ve iskele önünde vapurumuzu beklemeye başlardık.
Bu vapur, bizi fuara, ışıltılı bir dünyaya, bambaşka bir aleme, püfür püfür imbatın okşayışları içinde uçurup götürecekti.
Paytoncunun kırbacı
Mutlaka Alsancak İskelesi’nde inerdik.. Hemen bir paytona binip, tırıs tırıs caddelerden geçerek fuara yollanmak ne zevkliydi. Annem ile babam arkaya oturur, ben kamçılı paytoncunun yanına prens gibi kurulurdum. Önce Kordonboyu, sonra Gündoğdu, sonra Gazi İlkokulu’nun önünden Lozan Meydanı’na uzanan fiyakalı bir tıkırık-tıkırık ilerleyiş yapardık.. Var mı bana yan bakan gibisinden paytoncunun yanında şişinip dururdum. Arka tekerleklerin dingiline bir kaç veled yapıştı mı, hemen paytoncuyu uyarırdım..
Paytoncu beni memnun etmek için şakadan kamçısını arkaya doğru uzatıp şaklatırdı..
Şak.. Şaaaaakkk!..
Veledler korkup paytonun arkasından aşağı atlarlardı.. Zafer kazanmış gibi, kah kah ederdim..
Lozan kapısı
Lozan Kapısı’ndan girerdik.. İçerisi bir başka dünyaydı.. Daha doğrusu biz Egeli, İzmirli çocuklar için inanılmaz bir şenlikti.. Ülkemizin Batı’ya, Avrupa’ya, dahası Amerika gibi bir rüya ülkesine, yani büyüleyici kapitalizme açılan bir sihirli kapıydı.. Koşa koşa herkes fuar kapısından girerdi.. Herkes koşardı sanki..
Lozan ve 26 Ağustos kapılarından, Alsancak, Göztepe ve Karşıyaka’dan kopup gelen nispeten zengin, fiyakalı, burjuva aileler çoluk çocuk içeriye adım atarlardı. Montrö kapısını, Hatay ve Çankaya yönünden gelenler, yani orta sınıf halk kitleleri tercih ederdi. Kahramanlar kapısı önüne, yakındaki mahallelerden göçmen vatandaşlar ile Tenekeli mahalleden gelen çingeneler, yani daha fakir fukaralar yığılırdı.. Basmane kapısı civarını ise, tüm Ege’den tren yolu ile İzmir’e akıp Basmane istasyonunda boşalan taşralı yurttaşlar tıklım tıklım doldururdu. Bu kalabalıklar, doğal ki, Basmane’den Kadifekale’ye uzanan eski mahallelerin insanlarıyla da karma karışık içeri savrulurlardı.
O yıllar, 1950’ler fuar bir alemdi..
Alemlerin en kralıydı..
Başka büyük yoktu..
İster inanın, ister inanmayın.. Benim en kral arkadaşım, İzmir fuarıydı....
Fuarda ne yerdik?
Çok acıktığımızda Paraşüt Kulesi’nin çevresindeki ışıltılı restoranlarda yer kapmamız gerekiyordu. Yemek yerken, kulenin tepesinden paraşütle atlayan acemilerin çırpınışlarını veya küüüt diye yere düşüşlerini izlemek pek keyifliydi.
Ne mi yerdik?..
Kızarmış piliç, yanında pilav ve yeşil salata.. Bana ayran içirirlerdi. Annemle babamın Tekel birası içtiklerini hatırlıyorum. Bazen Ada Gazinosu’na gidip trança şiş yediğimizi de hatırlarken, ağzım birden sulanıveriyor. Etli trança parçaları arasında kızarmış domat ve biber parçaları.. Üzerinde defne yaprakları filan.. Sonra Tariş Pavyonu’na yollanırdık.. Bu bizim
aile için önemli bir ritüeldi. İlle de üzüm şırası
içilecekti. Upuzun kuyruklar olurdu ve sıra bize
gelince güleryüzlü işçi kızların elinden aldığımız
buz gibi şıralarımızı bir köşede afiyetle içerdik.
Dillere destan pavyonlar
Lozan kapısının sağında devasa Almanya ve İn-
giltere pavyonları vardı. Solda tipik Pakistan
pavyonu yer alır, hemen onun ardından tüm
propaganda silahlarını üzerimize çevirmiş olan
Amerika pavyonu ışıl ışıl bizi çağırırdı.
Benim garip milletim yabancı dilden pavyon broşürlerini kapışmak için birbirini ezerdi, kucak dolusu broşürü
evlerine taşırdı. O broşürleri alınca hayranı oldukları o ülkelerle sıcak iletişime girdikleri için, içleri fır fır mı ederdi?..
On yaşında çocuğum. Ben de o makine, tesisat, obje rekla-
mı yapan renkli broşürlerden aldığım zaman pek mutlu olurdum. Tüm yabancı pavyonlar renkli sunumlar düzenlerdi.
Geride Sovyetler Birliği (SSCB) pavyonu vardı. İri kıyım şişman kırmızı yüzlü Ruslar görevliydi, çat pat Türkçe konuşurlardı, casus oldukları her hallerinden belliydi.
Lunapark ve aynalar
Lunapark’a balıklama dalardık. Babam
beni çarpışan otomobillere bindirirdi.. Sağdan
soldan güm-bam bize çarparlardı. Biz kimseyle
çarpmazdık. Dümdüz gitmeye çalışırdık ama çok
darbe yerdik. Annem bizi kenardan izlerken
çekirdek çitlerdi..
Dönme dolaba biner, taa tepeden İzmir’in
ışıl ışıl manzarasını hayranlıkla izlerdik. Aynalar galerisi vardı. İnsanı olduğundan daha sıska veya şişman, yamuk yumuk gösteren bu aynalar karşısında gülmekten kırılırdık.. Perili Ev’in içine küçük trenlere binip içeri dalardınız, daha ilk dönemeçte bir cadı kafanıza süpürgeyi indirir, bir ejder suratınıza su fışkırtır, hayaletler, vampirler, frankeştaynlar sizi her köşe başında hoplatırlardı.
Medrano, Mogambo gibi büyük sirkler gelirdi. Bir cümbüştü ki sormayın.. İmparator arslanlar, çevik kaplanlar, mağrur filler, filinta gibi akrobatlar, yavşak palyaçolar, güzel uzun bacaklı kızlar, ağızlarından ateş saçan sihirbazlar. Ağzımız açık baka kalırdık..
Bir çay bahçesine gidip, annemin tiryakisi olduğu semaver çayını yorgun argın yudumlardık. Serin
esinti ensemizi, yanaklarımızı yalamaya başlar,
gece yarısı kalabalıklar artık Kültürpark’ın
kapılarına doğru yavaş yavaş yollanırdı.
Var mı bana yan bakan?
1956 yılında tam 9 yaşımda iken, İzmir Fuarı’nda karikatürümü çizdirmişim. Bu tarihten önce karikatürünü çizdirip o günden beri saklayan varsa, beni arasın. Var mı bana yan bakan?.. Var mı fuar karikatürünü saklayan?.. Hodri meydan!..
Rahmetli annemle fuardayız
Beş yaşındayım. Annem Tarih öğretmeni Zehra Aksoy ile fuardayım. Palmiyeli yolda babam fotoğrafımızı çekmiş. Zeiss marka körüklü fotoğraf makinasını da, bu fotoğrafı da saklamışım. Yaşasın benim fuarım..
Paylaş