Endülüs’te raks beni yüzyıllardır sarsıyor

Endülüs’te gecenin serinliği beynimi, gönlümü serinletmeye yetmiyor. Beni saran Rönesans sancısı. 600 yıldır her yanım sancıyor. Tarih beni kültüre vuruyor.

Kültür, Endülüs kaldırımlarına vuruyor. Sokakların ortasında heykellere, anıtlara. Ay, gecenin Endülüs çıbanı...

Gökyüzünde buluşan gelin alayı gibi. Ancak, bir arabanın geçebileceği dar sokaklar. Sağlı sollu evlerin balkonlarında, pencerelerinde çiçekler... Gökyüzünde buluşuyor.

Dar sokaklardan birinde gelin alayı bitiyor, bir meydana açılıyor.

Açıldığı meydanda İbn-i Rüşd heykeli. Ortaçağ’ın Endülüs’teki ünlü İslam bilgini. Cordoba’nın ortasında heykel beni Aristo’ya götürüyor. Gazali’ye götürüyor. Rönesans’a götürüyor.

İbn-i Rüşd ve Gazali, Cordoba’da beni Fatih Sultan Mehmed’e götürüyor.

Gece saat 02.00. Hilmi Yavuz’a nazire, Ay, gecenin Endülüs çıbanı. Tarihin ortasındayım.

*

Fatih Sultan Mehmed, huzuru hümayun, Gazali ve İbn-i Rüşd yanlıları 6 gün 6 gece hümayunda çarpışıyor. 6 gün, 6 gece süren tartışmada çağ kapatan, çağ açan padişah karar veriyor:

Devlet işleri, din ile birlikte ola!..

550 yıl önce atılan bu tohum, Gazali’nin zaferi. Bugünün hálá sancısı.

Dönüyorum, Rönesans’a bakıyorum. Fena halde canım acıyor. Oysa, çağ kapatan, çağ açan padişahın fermanı uluslara ve dinlere engin hoşgörü getiriyor. Padişah tabuları kırıyor, kendi resimini yaptırıyor. Bizans’ı dize getiriyor, ama Gazali’yi tercih ediyor.

İbn-i Rüşd, küffara Rönesans yolunu açıyor. Rönesans Osmanlı’ya teğet geçiyor.

*

Cordoba’da İbn-i Rüşd heykeli, bir başka sokağı işaret ediyor. Bu kez portakal, zeytin ağaçları, palmiyeler arasında bir sokak. Ağaçlar ortasında bir lokanta. Gece saat 02.30. Dalları portakal basıyor, dalları zeytin basıyor.

3 dinin gelip geçtiği Cordoba’da tarih beni basıyor.

Romalılar fethediyor, Müslümanlar, Hıristiyanlar fethediyor, Yahudiler gelip geçiyor. Geçerken Cordoba’da hepsi yüzlerce anıt bırakıyor.

İşte, Mezquita Camii avlusu. Roma kilisesi üzerine Emeviler, Endülüs’te çağın en büyük külliyesini inşa ediyor. I. Abdurrahman, II. Abdurrahman, I. El Hakem, II. El Hakem, derken, hepsi camiye bir taş ekliyor. Tam 200 yıl sürüyor bu inşaat.

1200’lerde Endülüs yeniden Hıristiyanların. Cami yeniden kilise. Şimdi müze. İçeri giriyorum. Tüm duvarlar ve tavanlar fresk dolu. Müze ama, ortada yine de ayin yapılan kilise. Hazine dairesi, altın ve zümrüt kakmalı heykeller, kupalar, giysilerle dolu. Kilise-cami-kilise, dinlerin dinlere rövanşını anlatıyor.

*

Sadece öteki dinlerden değil, din rövanşını bilimden de alıyor. Endülüs’te dinler, insanları unutturuyor. Kilise bastırıyor. Endülüs’te, Stendhalvari, her yer kararıyor. Rönesans mı?.. Hangi Rönesans?.. İşte Endülüs’te engizisyon. İnsan kelleleri havada uçuşuyor. İşkence kaynağını engizisyondan alıyor. Yakılan insanlar, dönen çarklara bağlanan insanlar. İnançlarının bedelini ödüyor. Biri, ‘Dünya dönüyor’ diyor. Sonra vazgeçiyor. Biri yıldızlı gökleri keşfediyor. Sonra geri adım atıyor.

Matematik, felsefe, fizik, astronomi el ele veriyor. Onca acıya, onca eziyete rağmen yine de mutlu son. Belki o acı ve eziyet olduğu için mutlu son. Doğruyu söylediği için yakılan adamın heykeli, 300 yıl sonra yakıldığı yerde dikiliyor. Mutlu sona yakılan insanların heykelleri dikilerek ulaşılıyor.

*

Burası Cordoba. Yıl şimdi 711. Tarık Bin Ziyad birkaç yüz kilometre güneyde gemileri yakıyor. Endülüs’te İspanya Sarayı’na giriyor. Şair-i azam Abdülhak Hamid Tarhan, 1200 yıl sonra Tarık Bin Ziyad’ın bu anını yakalıyor. Yazdığı tiyatro eserinde Bin Ziyad’ın hepimizi durduran tiradı:

Tarık, sen ki bir Emevi çadırında doğdun, şimdi İspanya saraylarının hazineleri önündesin. Tarık, sen nereden geldin, nereye gidiyorsun?..

Endülüs’te gecenin serinliği beynimi, gönlümü serinletmeye yetmiyor. Beni saran Rönesans sancısı. 600 yıldır her yanım sancıyor.

Tarih beni kültüre vuruyor. Kültür, Endülüs kaldırımlarına vuruyor. Sokakların ortasında heykellere, anıtlara.

Her sokak, bir dönemin mirası. Hepsi canlı. Hepsi karşımda. Hepsi bana uzakta.

*

Endülüs’te geçen yüzyılın en büyük şairlerinden Lorca, iç savaşta can verirken, benim en büyük, asla vazgeçilmez şairlerimden biri, ‘Endülüs’te zil, şal ve gül’ diyor. Benim edebiyatımın unutulmaz şenliği...

O zil, bende onulmaz yaralar açıyor. O gül, yaralarıma merhem olmuyor. O şal, yaralarımı örtmüyor.

Endülüs’te raks beni yüzyıllardır sarsıyor.

Endülüs’te usul usul akan Guadalquivir Nehri, görünmez bir güçle, hırslarımı anaforuna çekmeye çalışıyor. Yüzyıllardır olduğu gibi, ben ayaktayım. Direniyorum. Vazgeçmiyorum. Vazgeçmeye hiç niyetim yok.

Ay, gecenin Endülüs çıbanı...
Yazarın Tüm Yazıları