“FUTBOL maçında karşı takımın varlığı her şeyi karmaşık hale getirir”. Diyalektik felsefeyi eleştirdiği kitabında yirminci yüzyılın en büyük filozoflarından Jean-Paul Sartre’ın sözü. Ya da Camus’nün “Ben yaşamı futboldan öğrendim” gözlemi. Kitapta futbol böyle anlatılıyor.
Türkan Saylan’a öğrenci iken, “cüzamlılardan uzak durması” salık veriliyor. Saylan cüzamlıların uğradığı haksızlığı insan hakları sorunu yapıyor, bu ayrımcılığın giderilmesi için Birleşmiş Milletler’e başvuruyor. İnsan haklarının çok yönlü ele alındığı kitapta, aynı haklar bir de bu ayrıntı ile aktarılıyor. Bu köhne düzen değişmeli, bunu başaracak olan sosyal demokrat bir parti. Din istismarını önleyecek, emek-sermaye dengesini kuracak, adil gelir bölüşümünü sağlayacak, temel hak ve özgürlükleri iade edecek, yolsuzlukları kesecek, “öfkeli bir çığlıkla” yola çıkacak bir parti. Kitapta sol bir partiye ihtiyaç böyle anlatılıyor.
RIZA TÜRMEN
BİR araya gelmesi çok güç iki parti, Süleyman Demirel liderliğindeki DYP ile Erdal İnönü liderliğindeki SHP. Kırk yıllık DP-CHP, sonrasında AP-CHP siyasal kavgalarından gelen, birbirine amansız rakip iki parti. Yıllarca birbirinin yüzüne bakmamış, kopuk insani ilişkiler, felsefesi siyahla beyaz kadar birbirinden ayrı iki parti.
1991 seçimleri ortaya koalisyon çıkarıyor. Kim, kimle kuracak, büyük çıkmaz, bugünkü gibi. Demirel de, İnönü de biliyor, koalisyon özveri gerektirir. DYP-SHP koalisyonu kuruluşunun her aşamasında sorun çıkıyor, asıl hükümet programı ile bakanlıkların dağılımında. Her şey tamam derken yeni sorun, Dışişleri Bakanlığı. Orası DYP’de, SHP’den bazı isimler orada ısrarlı, İnönü zarafet dolu bir kişi, son andaki krizden hoşnut değil, doğrudan söyleyemiyor, Demirel’e haber gönderiyor, Demirel farkında, “Erdal Beyi mi kıracağım, tamam, öyle olsun”.
Koalisyon kurulduktan sonra ise, sanki tek parti hükümeti, o kadar uyumlu. Başbakan Demirel’in kendi ekibine talimatı var, bütün bilgiler SHP ile paylaşılacak, atılan her adımda iki partinin de imzası olacak. Hükümet olarak “biz” demek, ayrı partiler değil, DYP-SHP ortaklığı demek.
1991’den bugüne gelince, bugün Devlet Bahçeli koalisyonlara kapılarını kapatıyor, “ötekileştirme” nedeniyle AKP’yi çok sık eleştiriyor, ama benzerini HDP için kendisi yapıyor. Hiçbir uzlaşmaya yanaşmıyor, siyasal sistemi tıkıyor.
Bahçeli, Demirel’in Güniz Sokak’taki evini ziyaret ediyor, demokrasiden söz ediyor. Hangi anlamda ziyaret, hangi demokrasi, Bahçeli’nin tutumuna ters düşüyor.
- Politikada barışmasını bilmezsen, kavga etmeyeceksin.- Benim, sen iyi yaptın diyenlere ihtiyacım yok, bana akıllı muhalifler lazım. Doğru mu gidiyorum, eğri mi, onlardan öğrenirim”.Özel görüşmelerimizden aktardığım bu cümlelere son görüşmemizde bir başkası ekleniyor, bir buçuk yıl önce, “Münkesirim”, ne demek o efendim, “Kırgınım, Türkiye iyi yönetilmiyor, demokrasiden uzaklaştık, bu kutuplaşma beni müteessir ediyor, her şeyden önce yargı bağımsızlığı şart”. Gazetecilik hayatımın renkli yılları arasında Süleyman Demirel ile özel sohbetler var. 12 Eylül darbesinden sonra haftada birkaç kez sohbet ediyorum, hem onunla, hem Bülent Ecevit’le. Demirel ile Güniz Sokak’taki evinde gece 21-22’de başlayan, 02.00’ye kadar süren sohbetler.
İKİ DEMİREL
Bana göre, siyasal açıdan iki Demirel var. İlki, politikaya girdiği 1961 ile 12 Eylül 1980’e kadar olan dönemi, diğeri 1980-2000 arasında yasaklı yılları, yedinci başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı.
İlk döneminde aşırı muhafazakâr, hatta rövanşist, örneğin Menderes, Polatkan, Zorlu’ya karşı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idamlarındaki inadı. İkinci döneminde ise tam demokrat, hoşgörülü, dünyaya geniş perspektiften bakan, görmüş geçirmiş bir politikacı.
O sohbetlerimizden birinde, Deniz’lerin idamını soruyorum, gözleri dalıyor, “Onca yıl ülkeyi yönetirken, mutlaka yanlışlar yapıyorsun, o sırada seni kimse ikaz etmiyor, sen de doğru yaptığını sanıyorsun”. Pişmanlık sözleri.
İNGİLİZ basını yurttaşlarını uyarıyor: “Türkiye’ye gitmeyin, IŞİD sizi kaçırır”. Bir başka İngiliz gazetesi: “İngilizlere IŞİD özel operasyon düzenleyecek, Türkiye’ye gitmeyin”.
İngiliz ve Fransız basını seçim kampanyasının çok sert geçmesi üzerine yurttaşlarını uyarıyor: “Türkiye’de dikkat edin, kalabalıklara karışmayın”. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde basın: “Türkiye’de IŞİD büyük tehlike, oraya gitmeyin”.
Türkiye-IŞİD ilişkisine dönük iddialar dünyanın en duyarlı konularından. Bunun sadece siyasal değil, ekonomik uzantısı da var, özellikle turizmde. Turizm baş aşağı gidiyor, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ne kadar ilgili, belli değil, “Turizm Bakanı var mı, yok mu” sorusuna yol açıyor.
2.5 MİLYAR DOLAR
Rusya’da Putin güvenlikle ilgili kamu görevlilerine yurtdışına çıkış yasağı koyuyor. Türk turizmi en çok bundan etkileniyor. İsrail, Türkiye’nin onlara karşı yürüttüğü politika sonucu, yurttaşlarını Türkiye’de tatil konusunda hassas davranmaya çağırıyor, 560 bin İsrailli turist 20 bine düşüyor.
Nisan 2009’da Erdoğan çözüm sürecine ilişkin düşüncesini öğrenmek üzere Baykal’la görüşmek istiyor, Baykal hassas: “Elbette görüşürüm ama gizli olmaz, kayda alınır, daha sonra gerekirse, bu kayıt TV’den yayınlanır”.
Erdoğan kabul etmiyor, görüşme gerçekleşmiyor. Sonrasında Baykal çözüm sürecine ilişkin görüşlerini içeren bir mektup gönderiyor Erdoğan’a, 1989 SHP Kürt Raporu’nu ekleyerek.
Şimdi seçim sonrasında Baykal “AKP birinci parti, AKP ile koalisyon kurmak gerek” diyor, Erdoğan fırsatı kaçırmıyor, Baykal’a daveti patlatıyor.
Altı yıl önce “Kayda alınmazsa, Erdoğan’la görüşmem” diyen Baykal, birkaç gün önce kayda gerek duymuyor. Bırakın kaydı, görüşme baş başa. Erdoğan meydanlarda Baykal’ı defalarca diline dolasa da, aralarında yine de güven oluşmuş, helal olsun.
O görüşme sonrasında, bazı CHP’liler niyet belirtiyor, “AKP ile de koalisyon kurarız.” Elbet kurarsınız, elinizi tutan yok, hesabını da sandıkta verirsiniz.
BİRİNCİ PARTİ ŞART DEĞİL
“ÜZÜM fiyatı bu yıl ne olur” diye soran uzmana, Manisa’nın bir köyünde kendi halindeki köylünün yanıtı: “Önce İran’da üzüm rekoltesine, sonra doların fiyatına bağlı”. Uzmanın gözleri fal taşı gibi açılıyor, köylü dünyanın müthiş farkında. Kim, kiminle koalisyon kurar, akademisyenler, gazeteciler, parti büyükleri günde seksen kez tartışıyor. Buna karşılık, partiler “Benim tabanım ne düşünüyor” diye örgütüne sormayı aklından geçirmiyor, garip. Sadece AKP il başkanlarını topluyor, diğerleri tepeden mesajlarla götürüyor. Alman SPD (Sosyal Demokrat Parti) farklı örnek:
-Koalisyon kararı için SPD kurultayını topluyor, iki gün süren kurultaydan koalisyon kararı çıkıyor.
-Şu anda görevde bulunan CDU-SPD, muhafazakâr-sosyal demokrat koalisyonunun kurulması seksen gün sürüyor.
DERSLER
KIRMIZI çizgiler her zaman kırmızıda kalmıyor ama bu sefer kırmızıyı bozanın kül olacağı bir durum var. AKP enkaz yaratıyor, temel başlığı: Rejimi her anlamda değiştirme çabası. Muhalefet buna karşı büyük mücadele veriyor.
Seçimin en büyük kaybedeni Erdoğan. AKP iktidar ortağı olmaz ise örtülü ödeneği elden gidecek, yolsuzluk dosyaları açılacak, emre amade hayat ters dönecek, belki “Saray’a” veda zorunda kalacak, kaybedecekleri saymakla bitmez. Ama hükümet AKP’de kalırsa, üstelik koalisyonun büyük ortağı olarak, kolu kanadı kırılsa da zırhı yerinde kalacak.
Bu seçim madem Erdoğan ile büyük hesaplaşma, o zaman hiçbir partinin AKP ile koalisyona gitmemesi gerek. Zaten verilen oylar AKP’yi indirmek için veriliyor, ona destek olmak için değil.
AKP ile koalisyon kuran parti, gelecek seçimde kendisini Meclis dışında bulur. Halk o partiyi asla affetmez.Halkın yüzde altmışı AKP’yi ve başkanlık rejimini istemiyor, bunun için oy kullanıyor, muhalefetten bunu bekliyor, kim şimdi rejim değişikliği için otoriter baskı kuran partiyle ortak olursa ona geçmiş olsun.
Kırmızıdan örnekler
- “Eyyy” diye başlayan nutuklarla azarlamak, ötekileştirmek, istediği gibi at oynatmak, önüne geleni mahkemeye vermek, kendisine muhalif olanları işten attırmak, vergi denetmenleri yollamak, masum pankartlarla protesto eden gençleri içeri attırmak, Anayasa ile çelik çomak oynamak...
- Hukuku keyfine göre kullanmak, yargıçları, savcıları içeri atmak...
- “Paralel” kılıfıyla yolsuzluk iddialarını örtbas etmek...
- Bazen yasa, bazen emirle, her türlü otoriter baskıyla herkesi sindirmeye çalışmak...
- Kısaca “tek adamlık” hayalleri, en güzel biçimde, sandıkta, işine geldiği zaman kullandığı, gelmediğinde sırtını döndüğü “milletin iradesi” ile sona eriyor. Kâbus bitiyor.
On üç yıllık totaliter dönemden sonra, halkın bu başarısı muhteşem bir zafer. Totaliter dönemler yaşamış başka ülkelere göre, büyük fark, sakin, demokratik, kimsenin burnu bile kanamadan müthiş bir dönüşüm. Önümüzde zor günler olabilir, çok engel çıkarabilir, her şey hızla değişmeyebilir ama Türkiye şimdi yeni Türkiye, onun anladığından binlerce kilometre uzakta ve manada.