Paylaş
YIL 1865... Bir Kızılderili kabilesi pırıl pırıl, buz gibi akarsularıyla, tertemiz havasıyla bakir bir doğa parçasında, hayvanları ile birlikte mutlu bir yaşam sürmektedir. Günlerden bir gün beyaz Amerikalı çıkagelir. Kabile şefine bu toprakları satın almak istediğini, oraya teknoloji getireceklerini söyler.
Kızılderili şef bu öneriyi kabilesi için aşağılayıcı bulduğunu, çok yadırgadığını söyleyerek şu açıklamayı yapar: Gök nasıl alınıp satılabilir? Yahut dünyanın neresi? Bu düşünce bize yabancı. Eğer biz bu tertemiz, taze havaya, bu pırıl pırıl akan sulara sahip olmazsak halimiz nice olur?
Yıl 1982... Bu sefer uzakta değil, yurdun bir köşesinde Yatağan'dayız. Hiçbir direnişle karşılaşmaksızın termik santral kuruluyor. İlk 2-3 yıl içinde ortaya çıkan bilanço gerçekten ağır: 400 bin dekarlık kızılçam ormanı şiddetli zarara uğruyor ve asit yağmurlarıyla yangınsız, ateşsiz bu bu ormanların çoğu ölüyor, yöredeki tarım toprakları da ürün yetiştirme özelliğini kaybetmeye başlıyor. Doğaya, insana verilen zarar, sanayileşme adına yapılagelen talanın üzerinden 18 yıl geçmiş.
Yıl 2000... Basın-yayın organlarından öğreniyoruz. Yatağan'da hava kirliliği sağlığı tehdit edici, kritik sınırlara yükselmiş. Haberler kısa aralıklarla aynı şeyleri duyuruyor; bekliyorum halktan bir tepki, bir haykırış, bir isyan duymak için. Yıllarca sessiz sedasız elinden alınmış toprağının, ormanının, doğasının, ciğerlerine çektiği oksijensiz zehirin hesabını sorması için, ‘‘durun’’ demesi için. Ne yazık ki aynı sessizlik sürüyor.
Devletin ya da endüstrinin tek başına çevre sorunlarımızı çözeceğini sanmak, evrensel boyutlarda yaygınlaşan hatalı bir düşünüş haline geldi. Bu tutum ve düşünüş çok tehlikeli bir yanılgıdır. Bu yanılgı kişisel sorumluluk bilincimizi gölgelemekte, hiçbir şey yapmadan olduğumuz yerde kalmamıza ve yaşam temellerimizin tahribine bilmeden katılmamıza neden olmaktadır. Tüm doğaseverler bu konuda bir şeyler yapmayı ve başkaları üzerinde etkili olmayı yılmadan tekrar tekrar denemelidir.
Çünkü tahrip olan doğa için herkesin bir şeyler yapmasının zamanı gelmiş, hatta çoktan geçmiştir. Yaşanacak afetlerin önüne geçmek için eğitim ve yasal yaptırımların uygulanması öncelik ve aciliyet arz etmektedir. Görünmez tehlike bir ‘‘son nefes’’ olarak sonuçlanabilir.
Tahrip olan bu bölgeler için birbirimizin gözünü ve kulağını açmak zorundayız. Aksi takdirde çevre değil bizler yok olacağız.
Dr. Betül GÖZEL
Zabitte var bizde yok
BEN Yüksek Denizcilik Okulu mezunu, 58 yaşında, SSK emeklisi uzak yol kaptanıyım. Mezun olduktan sonra 24 ay yedek subaylık dönemimde gemi komutanlığı ve muhtelif gemilerde zabitlik yaptım. Son 20 yıldır da gemi kaptanı olarak görev yapmaktayım. Geçtiğimiz 6.5 yıl içinde 82 bin tonluk gemide kaptanlık yaparak Türk bayrağını şerefle dünya denizlerinde dalgalandırdım. Mesleğimi dürüstlükle yaptım ve sürdürmeye devam edeceğim. SSK'dan aldığım 160 milyon lira emekli maaşımla geçinmeme imkán olmadığı herkesçe malumdur. Bu devletin sosyal adalet ayıbıdır ve ne yazık ki bunu artık kanıksadık. Ancak beni en fazla yaralayan eşitsizlik ayıbıdır.
Malumunuz, 1'inci dereceden emekli sandığından emekli olan devlet memuruna yeşil pasaport verilmektedir. Ancak yeşil pasaport sahibi SSK emeklisi herhangi bir kimseye rastlamadım. Bu insanların çoğu devletin SSK'sından emekli olmuşlardır. Özel idarelerde çalışan, daha doğrusu 1'inci dereceden emekli memurlar, SSK'da çalışan hemşireler, astsubay emeklileri gibi daha birçok kişide bu yeşil pasaport var. Mesleğim icabı gemilere yurtdışından katılmaktayım. Katıldığımız ülkeler bizlere vize uyguladıklarından, kaptan olarak elimizdeki normal pasaportla kuyruğa girmemize karşın, yanımda zabit olarak çalışan yeşil pasaportlu astsubay emeklisi vizesiz çıkış yapmaktadır. Bu örnek daha da çoğaltılabilir.
Bu Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı bir uygulama değil mi? Yetkililerin yeşil pasaport uygulamasını tekrar düşünerek ele almasını veya tamamen bu pasaportu kaldırmasını istiyorum. İlhan ÖZYURT
Biraz da hayal gücünü kullanalım
‘EKMEK teknesini kırıp dökmedeki ortak becerimiz, cehaletimiz, vurdumduymazlığmız’ sayesinde Kuşadası'nı dibe vurdurduk. Şimdi de yeniden hayat bulma, temiz ve kaliteli bir ilçe yaratma, turist çekebilme, zenginleşebilme gibi hedeflere ilişkin bol bol laf üretiyoruz.
Somut bir öneri:
Kalitesiz binaların ve kalitesiz otellerin yerine şimdi kaliteli olanlarını yapalım, deniyor.
Yine mi inşaat?
Kuşadası'nda hiç konaklamadan bile turistlerden para kazanılabilir.
Nasıl mı?
Agroturizm'le... İlkin böyle bir öneriyle dalga geçenler olabilir! Herkesi hayal gücünü kullanmaya davet ediyorum...
Kuşadası'nda Türkiye'nin en iyi erişte, en iyi ev makarnası, en iyi reçel ile en iyi sebze ve meyvelerin (hormonsuz) yetiştiği haberlerinin, basında sürekli yer aldığını bir düşünün... Ve bu işi Samos ya da başka Yunan adaları ile yaptığımızı hayal edin. Bir de AB'den, dünya tarım örgütünden krediler alındığını düşünün...
Ayrıca Kuşadası'nda üreten kişilerin yeteri kadar gazete okuyamadığını, ülke ve Kuşadası gerçeklerini gecikerek kavrayabildiğini göz önüne alarak üniversitelerimizin güzel sanatlar fakültelerinin de katkılarıyla kitle estetik ve iletişim kanallarının en etkili olanı olan kent meydanlarında -kalıcı, metal, mermer, kalın ahşap vb- heykel ya da daha değişik yontma eserler yapılarak halka görsel, estetik bilinç ve derinlik kazandırılması gerektiğini düşünüyorum.
Böylece, abuk sabukluğun, kirliliğin, sürekli yasalara ters davranmanın, kaba saba gövde gösterilerinin önüne geçilecektir.
Artık Kuşadası'nda bir toplu kaliteyi arama süreci başlatılmalıdır.Çirkinliği, pisliği, yıkımı yenmenin tek yolu sanatı geciktirmemektir.
Unutmayalım sanat, ilçe stadyumundaki ‘‘göbek havası konserleri’’ değildir.
Kuşadası'nda liderlik yaptığını söyleyenleri göreve davet ediyorum.
Metin ÖZÇİÇEK-Kuşadası Kent Meclisi Üyesi
Paylaş