Paylaş
Çankaya durağından binen 70’li yaşlarda tok sesli bir hanım hangi söze tepki olarak söylediyse anlayamadım; “Burası Çankaya, herkes söylediği söze dikkat edecek!” diye çıkışınca, tartışma başladı.Yanındaki orta yaşlı hanım:
“Çankaya semtinin diğer semtlere üstünlüğü mü var? Ne demek istiyorsunuz?” “Hayır, üstünlük yok da burası Atatürkçülerin yoğunlukta olduğu bir semt.
Sözlere dikkat edilecek.”Orta sıralarda 65’li yaşlarda uzun boylu, kır saçlı adam; 70’li yaşlardaki hanıma “Sen ne demek istedin ulan!” diye hitap etmesin mi?Bir bayana “ulan”lı hitap uğultu ile ayıplanırken, adam “Atatürk’ü sevmek zorunda mıyım?” diye avaz avaz bağırmaya başladı.
“Bıyığım var diye beni AKP’li sanmayın. Ömrüm bunlarla mücadele ile geçti. AKP’li değilim, Atatürkçü de değilim. Benim atam, babamdır. Annemle babam sevişmiş, ben olmuşum.”Adam, terbiye sınırlarını da aşmaya başlamıştı.
Atatürk’e yönelik sözlerine tepki duyan yaşlı kadına “Senin ağzını yırtarım ulan!” diye bağırmasın mı!?Bir başkası da “Atatürk benim peygamberim” demesin mi?İnsanlar zıvanadan çıkmış gibi...
Ne dediklerini bilmiyorlar.Emekli asker oldukları anlaşılan bir-iki kişi, haddini bilmez bu yaratığa sözle ve fiili hareketle mukabelede bulununca “Bütün askerleri denize dökeceğim ulan!” tehdidini savurdu.
Baktı ki kendisi açısından iş kötüye varacak, “Ben Deniz Gezmiş’in arkadaşıyım ulan!” diye bağırarak etrafındakileri korkutmayı denedi.Yanımdaki emekli asker daha fazla dayanamadı, yerinden kalktı ve adamı yumruklamaya başladı.
Yolcular da hep bir ağızdan “Burası Atatürk Türkiye’si, böyle konuşamazsın” diyerek ve yuhalayarak adamı protesto etti.Hukuk adamıymış, avukatmış, eski bir komünistmiş ve Deniz Gezmiş’in arkadaşıymış.Adamcağız, arkadaşını bile anlayamamış. “Babacığım, beni Kemalist yetiştirdiğin için sana minnettarım” diyen Deniz Gezmiş’e rağmen kinini kusup durdu.
Toplum bu hale neden geldi?On kilometrelik şehir içi yolculukta bile insanlar birbirine giriyorsa, öncelikle bu ülkeyi yönetenler, sosyologlar, sosyal psikologlar bu durumu enine boyuna incelemeli ve tartışmalılar.“Ben anayasa falan takmam” denilen bir ülkede...
Böyle avukatların, hukukçuların olması şaşılacak bir durum değil zaten. Neyse ki, yara bere almadan selametle Kızılay durağında indik.Sonrasında avukat daha kaç yumruk yedi, bilemem.
2015’de Atatürk Barış Ödülü niye verilmedi
ATATÜRK Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nın bütçesi üzerinde konuşan CHP Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan “Atatürk’ü en iyi değerlendirmesi gerekenlerin başında kadınlar gelmelidir. Tek kadınla evlilik ilkesi, evlenmede yaş sınırı, medeni nikâhın asıl kabul edilmesi, evlenecek kadının evlilik rızasını evlendirme memuru ve tanıkların huzurunda bizzat açıklaması, erkeğin kadını tek taraflı olarak boşama hakkının kaldırılması, hani o “Boş ol, boş ol...” ve evlilik birliğinin şartların varlığı hâlinde mahkeme kararıyla sonlandırılabilmesi gibi kadınların hak kazanımları 1926’da, Atatürk devrimlerinin en önemlilerinden, Medeni Yasa’nın kabulüyle gerçekleşmiştir.” dedi.
ATATÜRK KÜLTÜR KURUMUNA SAYGISIZLIK
Bizim doksan yıl önce elde ettiğimiz bu haklara 21’inci yüzyılda, coğrafyamızda yaşayan kadınların büyük bir bölümü hâlâ sahip değil biliyor musunuz? Bu yüzden, kuruluş amacı Atatürk değerlerini yaşatmak olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nda, öncelikle, açıkçası, bir kadın ağırlığı görmek isterdim. Örneğin, bir araştırma yapılabilir. Neden 1935’te Meclisteki kadın sayısında dünyada 2’nci, bugünse 105’inciyiz? Neden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kadının yaşam hakkını koruyamadığı için ikinci kez Türkiye’yi mahkûm etti? Bizden başka bir ülke yok bu konuda AİHM’nin mahkûm ettiği... Neden kadının çalışma hayatına katılımında OECD ülkelerinin arasında sonuncuyuz?
- Yüksek Kurumda kadın gücünü aradım. Bütçeye sunulan faaliyet raporuna göre kurum personeli arasında cinsiyet dağılımı gayet adil; 48 personelin 25’i kadın, 23’ü erkek, gayet iyi görünüyor ama burada bir sorun var -başka alanlarda olduğu gibi kadınlar bu sorunla karşılaşmışlar, cam tavana çarpmışlar- kurumda tek bir kadın başkan yok. Atatürk Kültür Merkezi’nin 20 kişilik Bilim Kurulunda 3, Araştırma Merkezinde 2, Türk Dil Kurumunda sadece 1 kadın görev almış. Prof. Afet İnan’ın kurucuları arasında bulunduğu Tarih Kurumu’nda ise hiç kadın yönetici yok. Bu saygın Divana bakınca durum da belli oluyor zaten. Tabii, aslında, bugün sözünü ettiğimiz bu kurumun Atatürk’ün vasiyetinde yer alan kurumlarla hiçbir ilgisinin kalmadığını biliyoruz. Atatürk, en tabii miras hakkı olarak gelirlerinin bir bölümünü çok önemsediği 1931’de kurulan Türk Tarih Kurumu ve 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu’na bağışlamıştı. Bu kurumlar o yıllarda kendi yöneticilerini kendileri seçen özerk bilim kurumlarıydı, 82 Anayasası’yla dönüştürülen devlet dairelerine benzemiyorlardı. Biz bu kürsüden her bütçe döneminde, bu konuda bir Anayasa düzenlemesi yapılmasını ve kurumların, kurucusunun iradesi doğrultusunda bağımsız hâle getirilmelerini önerdik. 2002’den beri bu Meclis’te istenildiğinde hangi yasal değişikliklerin nasıl kolayca kabul edildiğini biliyorum. Pek çok madde değişti ama tıpkı Yükseköğrenim Kurumu gibi bu kurumların statüsü de nedense özenle korundu.
TRT ÇILDIRTIYOR
Bundan önceki yıllarda, bugün kendilerinden özür dilenen Ergenekon ve Balyoz mağdurlarının bile cezaevinde bu kurumlardan daha fazla Atatürk’le ilgili eser ürettiklerini biliyoruz. Bu yıl gözümüze çarpan etkinliklere bakınca: “Abdürreşid İbrahim Bilgi Şöleni” -kendisi, İslamiyet’in Japonya’da resmî din olarak tanınmasını sağlayan kişidir- “Miryokefalon Zaferi’nin 839. Yıldönümü Kutlamaları”, “Yörük Obası’ndan Ödemiş Obası’na Uluslararası Bilgi Sempozyumu”, “Geçmişten Günümüze Türklerde Mezar Taşı Sözleri Konferansı”, ilginç konular oluklarına şüphe yok, hiçbir itirazım da yok ama Atatürk’le ilgili cumhuriyet tarihinden tek bir sempozyum var, o da Azerbaycan’da düzenlenmiş... Oysa örneğin, gerek özel kanallar ama özellikle bir kamu kuruluşu olan TRT’de zaman zaman vatandaşları öfkeden çıldırtan, Atatürk’e hakaret dolu programlar konusunda görevi Atatürk ilkelerini korumak olan bu kurumlar ne yapmaktadırlar? Suç duyurusunda mı bulunuyorlar, TRT’yi kınayan açıklamaları mı var, yoksa daha önemlisi, çarpıtılan tarihî gerçeklerin doğrularını mı ortaya koyuyorlar?
- Bu arada, esrarengiz bir konu da var: 2000-2013 arasında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verilmedi. 2011 yılında yayımlanan 664 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 27. maddesi uyarınca hazırlanan yönetmelik 12.3.2013 tarihli ve 28585 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yönetmeliğe göre sonu 0 ve 5’le biten yıllarda ödül verilecekti. Daha sonra Yüksek Kurum tarafından 19 Mayıs-29 Ekim 2014 tarihleri arasında aday gösterme sürecinin başlanacağı belirtildi. Açıklamaya göre 23 Nisan 2015 tarihinde ödüle layık kişinin ya da kurumun ismi açıklanacaktı, 19 Mayıs 2015’te de ödül töreni gerçekleşecekti ama o gün bugündür bu ödülden haber yok. Gerçekten merak ettim, Sayın Bakana sormak istiyorum, gerçi yeni katıldı Hükümete ama acaba 2015 yılında Uluslararası Barış Ödülü’nü verecekleri bir lider bulamadılar mı?
- Meclisin bütçe hakkının kullanılmasında engeller olduğunu belirttik. Bu kurumla ilgili olarak da bütçe tasarısına eklenen bir maddeyle Türk Tarih Kurumu’na yakın tarih araştırması yapmak üzere ayrılan paranın özel hesaba aktarılabileceği belirtiliyor. Bu özel hesaptaki para, Kamu İhale Kanunu ve mali denetim kanunundan istisna tutuluyor yani bir bölümü Atatürk’ün özel hesabından gelen kaynakların hangi amaçlar için kullanıldığını bilmek mümkün görünmüyor.
Ette sorun çözülemiyor aksine giderek büyüyor (1)
GEÇMİŞTE de belediyeler kırmızı et fiyatları artmaya başlayınca narh yani tavan fiyatı koymuşlar, devlet de kırmızı et ithal etmiştir.
Ne var ki geçen zaman içinde her iki uygulamanın da soruna çözüm getirmediği, tersine sorunu büyüttüğü anlaşılmıştır.
Yani narh koyulduğunda ya da et ithal edildiğinde bundan en büyük zararı çiğ süt üreticisi görmüş, zarar eden üretici damızlık ineğini kasaba satmış, inek sayısı azalınca besiye alınacak erkek yavru sayısı azalmış, bu da sonuç olarak kırmızı et üretimini düşürmüştür.
Et arzı az, talep de fazla olunca ekonominin genel kuralı olan arz-talep dengesi bozulmuş, dolayısıyla da kırmızı et fiyatları yükselmiştir.
Günümüzde de tavan fiyat kozunun kullanıldığını görüyoruz. Yakında kırmızı et de ithal edilirse şaşmamak gerekir. Ancak çıkan haberlere göre narh önleminin tutmadığı, başta bunu kabul eden kasapların karardan caydığı ve tavan fiyatları uygulamadıkları anlaşılıyor.
Bir besici ortalama 4 bin liraya aldığı danayı besi dönemi sonunda 6 bin liraya satıyor. Yani dana, yem, işçilik, yakıt, veteriner hekim, ilaç, elektrik, su gibi maliyet unsurlarına ortalama 2 bin lira harcanıyor. Besicinin kasaba sattığı danadan ortalama 250 kg karkas (derisi, iç organları ve bacaklarının dizden aşağısı çıkarılmış hayvan) çıkar.
6 bini 250’ye böldüğümüzde 24 eder ki bu günümüzde kasabın besiciden satın aldığı etin kilo fiyatıdır. Bu durumda besici kâr etmiyor, 6 bine mal ettiği danasını yine 6 bine kasaba satıyor.
Kasap gözüyle baktığımızda; 1 kg karkası alırken ödediği 24 TL üzerine kemik ve etin yenmeyen kısımlarının firesini, kirasını, vergi, işçi masrafını vs. ilave edilince kasap besiciden 24 TL’ye aldığı karkas eti en iyimser rakamla 36 TL’ye satabilir.
Hadi 4 TL de kasabın kârını koyalım, bugün için kıyma ya da kuşbaşının 40 TL’den aşağı satışı mümkün değildir. Oysa Bakanlık dana kıymasına 32, dana kuşbaşına 34 TL tavan fiyatı koymuştur. İşte bu nedenle evdeki hesap çarşıya uymamış ve tavan fiyat uygulaması daha başlamadan bitmiştir.
(Yarın: Yerli ırkı geliştirmezsen...)
Prof. Dr. Hazım Gökçen
Nasrettin Hoca, çift eşli oldu!
CHP İstanbul Milletvekili Didem Engin özel bir yayınevi tarafından 8 ay üzeri çocuklara yönelik basılan ve okullardaki öğretmenler tarafından tavsiye (!) edilen ‘Nasrettin Hoca ile düşünmeyi öğrenmek’ kitabıyla ilgili olarak Bakan Nabi Avcı’ya bir soru önergesi verdi.
Kitaptaki öyküye göre; ‘Nasrettin Hoca, Leyla ve onun teyzesinin kızı Ceren isimli iki eşi var.
Leyla ve Ceren de kimi daha çok sevdiğini öğrenmek için Nasrettin Hoca’yı sıkıştırıyor; bu nedenle sürekli birbirleri ile tartışıyorlar.’
Didem Engin “Bu kitap gerçekte çokeşliliği gencecik zihinlerin bilinçaltına sinsice yerleştirme ve sevimli gösterme çabasını yansıtmaktadır. Bu durum çağdaş Türkiye’nin aile yapısına ve toplumsal değerlerine aykırıdır. Aynı zamanda Medeni Kanun’a da...” diyor.
“Geleceğimizin umudu olan çocuklarımıza nasıl çağdışı bir eğitim sunulduğunun ve geleceğimizi nasıl kaybetmekte olduğumuzun tipik bir göstergesidir” diyen Engin, kitabın toplatılması için takipçi olduğunu da söyledi.
GÜNÜN SÖZÜ
“Mahkemeler, kanunları yorumlama yetkilerini kendi siyasi tercihlerini topluma dayatacak şekilde kullandıkları zaman problem çıkar.”
(David Robertson)
Paylaş