Paylaş
Özel olarak belirtilmediği sürece, Sayın Erdoğan'ın da, Sayın Büyükanıt'ın da yaptıkları açıklamalar resmi/kurumsal olmak zorundadır. Bu açıklama sivil giysi içinde yapılmış olsa bile! Aksi halde, her seferinde, Sayın Başbakan’a da sorulurdu: "Bu değerlendirmeniz kişisel mi kurumsal mı?" diye... Böylesine önemli konularda, bu kademelerde kişisel görüş açıklamaları, şık olmamanın ötesinde, 'kaos'a yol açar.
Galiba, "kişi ve kurumlar görüşlerini serbestçe açıklayabilirler..." denmek istendi. Nihai yetkinin hükümette olması ise hatırlatmayı gerektirmeyecek kadar doğaldır. Nitekim, Sayın Büyükanıt’ın "Bu koşullarda benim görüşecek bir şeyim olamaz; ancak siyasilere bir şey diyemem..." açıklaması da bu bilincin bir yansımasıdır.
Doğrusu da budur.
Aslında, 'kişisel-kurumsal' tartışmasına girmeden, Sayın Genelkurmay Başkanı önemli bir konuya dikkat çekmiştir, demek yeterli olurdu. Zaten, Sayın Büyükanıt'ın açıklaması da hükümetin elini güçlendiren bir nitelikteydi.
Bir komutan, zorunlu olmadıkça savaşı tercih etmez; gereğine inanmadan da 'ölmeyi' emretmez! Eşgüdümün sağlanması ise hükümet ve devlet başkanlarının görevidir.
Şeyh Edebali’nin "Yücelt ki yücelesin" sözü ne güzel!
Prof. Dr. Niyazi KARASAR
GÜNÜN SÖZÜ
"Çevre söylemleri ile en çok dalga geçenler bile şubat ortasında çiçekleri ve meyveleri, ağustosta yağan karları görüp hâlâ uyanmadılarsa, yeşil banknotları yiyip içemeyeceklerini anlamaları için çok az zamanları kaldı. Felaket sadece gözü kara bencillerin kaderidir."
(Prof. Dr. Semih Eryıldız)
Biliyor musunuz
TÜRKİYE'nin 53. partisi 'Vatansever Partisi'nin dilekçesini pazartesi günü İçişleri Bakanlığı'na vereceklerini bildiren kurucu genel başkan Mehmet Refik Yücel'in, "Türk milletinin bağımsızlığını her şeyin üzerinde tutan vatansever çocuklarıyla, Mustafa Kemal Atatürk çocuklarıyla yürüyüşe geçiyoruz" dediğini...
- 29 ilde örgütlenen Güçlü Türkiye Partisi Genel Başkanı Tuna Bekleviç'in "Şu an bütün siyasi partiler, genel başkan ve sistemdeki statükonun devamından beslenir bir durumdadır" dediğini ve Başbakan Erdoğan'ın 'Köşk hayali' nedeniyle Türkiye demokrasisini feda ettiğini savunduğunu...
- CHP İstanbul Milletvekili M. Ali Özpolat'ın "Tarikatçı müteahhitlerin, insanlarımızın hayatıyla oynadıklarını belirterek "Dilara'nın ölümüne neden olanların cinayetten yargılanmaları gerektiğini" söylediğini...
- ALİ Tayyar Önder'in 'Türkiye'nin Etnik Yapısı - Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler' (Fark Yayınları) kitabının genişletilmiş haliyle 28. baskıya ulaştığını...
- CHP Milletvekili Gülsüm Bilgehan'ın girişimiyle TBMM'nin 7 Mart günkü oturumunda 'Kadın Özel Oturumu' yapılacağını...
'Yanan' cipsler bizde ne zaman yasaklanacak
ÖNCEKİ gün bir dostumuz geldi, elinde 'janjanlı' diye bilinen gıdalardan bir sürü patates cipsi paketi getirmişti. Bir vahameti göstermek istiyorum, dedi. Bir metal tabak istedi. Bir paketi açtı, tek bir patates cipsini çıkartarak tutuşturdu.
Cipsin bir gazete kâğıdı gibi birkaç dakika yanmasını hayretle izledik; aynı çıra gibi.
Ambalajda içindeki yağ oranı % 33 olarak gösteriliyordu.
600 kalorilik bu cipslerden birkaç tane yiyen çocukların ne gibi bir sağlık felaketiyle karşılaşabileceğini ürpererek düşündük.
Getiren kişi de "Karanlıkta kaldığımızda mum yerine bunu yakıyoruz" diye takıldı.
İçerisindeki sağlığa zararlı yağların oluşturduğu hastalıklara mı yanarsınız, alınan fazla kalorinin şişmanlığa yol açtığına mı?
İleri ülkelerde okullarda satışı yasaklanan bu ürünlerin ülkemizde giderek artan oranda satışına ilgililerin göz yumması ve tüketici örgütlerinin de bu konuyu gündeme getirmemeleri üzücü olduğu kadar düşündürücü...
ABD ve Avrupa'da okullarda satışı yasaklanan bu gıdaların reklamını yapan Cem Yılmaz'ın, çocuklarımızda hızla artan metabolik sendrom ve şişmanlık nedeniyle birazcık olsun içi sızlar mı?
Yoksa çocuklarımızı kahkaha attırarak tedavi ettiğini mi zannediyor?
Mortgage üzerine
MİRAL Ural'ın 'Mortgage=teneşirvade' yazısı ilgiyle okunmuş; doğru da bulan var; eksik de... Bu konuda aydınlanmak ve bilgilenmek isteyen çok sayıda okurumuz, "Mortgage tam anlaşılmadığı için sorun yaşayabiliriz" diyor. Hükümete buradan duyuruyoruz; bu konuda ilgili bakan veya bürokratlar aydınlatıcı bir açıklama yapılabilir mi?
Kıbrıslı bir Türk olarak içim yanıyor
KKTC'deki mülk sorunu ve Maraş'la ilgili çok doğru tespitler içeren yazınızı okudum. Kıbrıslı Türk olarak hiç düşünmeden yazınızın altına imzamı atarım. Olayı bu kadar doğru ve net anlatan, bu kadar gerçeklere dayanan yazılar her zaman yayınlanmıyor maalesef. KKTC'de lüks arabalarda gezen Kıbrıs'lılar dışında orayı bir vatan olarak gören, bu olumsuz gelişmeler karşısında üzülen fakat ne kadar uğraşsa da sansür edilen ve sesini duyuramayan hiç de azımsanmayacak bir zümrenin de olduğunu belirtmek isterim. Maalesef bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu bilgi kirliliğinin bir benzeri 2003'ten beri Kıbrıs'ta yaşanmakta, kişiler Annan planı yanında ve karşısında olanlar olarak bölünmekte ve Annan planına karşı olanlar gerici ve faşist olmakla suçlanıyordu. Bugün içinde bulunduğumuz politik sahnede Rum liderlerin de açıklamalrına bakarak kimin ne kadar barışçı olduğunu görmek mümkündür.
Maalesef KKTC'de insanların cepheleşmesi ve bilgi kirliliği sizin de tespit ettiğiniz Maraş sorunu gibi sorunların çözümünde bizim haklı durumumuzu ortaya koyacak çalışmalar yapmamızı engellemiş, biz kendi kendimizle kavga ederken tabir yerindeyse atı alan Üsküdar'ı geçmiştir.
Maraş konusunu gündeme getirdiğinizden dolayı size yine teşekkür ederim. İzninizle yazınıza bir ek yapıp size verilen bilgilerden bir kısmının eksik veya yanlış olduğunu belirtmek istiyor bu konuyu da araştırmanızı rica ediyorum.
Vakıflar kanunlarına göre hiçbir vakıf malı satılamaz, devredilemez veya el değiştiremez. Bu kurallar bütünü Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresinin anayasa niteliğindeki Kıbrıs Türk Vakıflar Yasaları kitapçığında vardır ve Kıbrıs 1960 anayasası bu kurallara atıfta bulunup bu kuralları tanıyor. Yani kısaca Rumlar tarafından şu an devam ettiği iddia edilen Kıbrıs Cumhuriyetinin dayandığı 1960 anayasasına göre de Maraş'taki vakıf malları anayasaya aykırı bir şekilde el değiştirmiş ve gasp edilmiştir.
Bu konuyu siz de belirttiniz zaten ve bu konuda aynı düzlemdeyiz. Düzeltme Sayın Talat'ın açıklaması ile ilgili. Sayın Talat o sırada elimizde yeterince kanıt yoktu diyor fakat işin aslı bundan farklıdır.
Kardeşim KKTC'de avukatlık yapıyor ve Maraş'taki Türk mallarının tespit edilmesi konusunda komisyon kurulduğu zaman bu komisyon içerisinde yer alıp çalışmalar yaptı. Onunla yaptığım konuşmalarda bu konudan çok umutlu olduğunu ve şüphe götürmez bir şekilde Türk mallarının gasp edildiğini, bunun da çok kolay ispat edilebileceğini söylüyordu. Hatta tapu kayıtlarının kopyasını bizzat kendi gözlerimle gördüm. Burada vakıf malı önce bir Rum'a yasal olmayan bir şekilde devrediliyor, daha sonra bu Kıbrıslı Rum da malını varisine bırakıyordu. Fakat bu çalışma son sürat devam ederken bir gün kardeşimden çalışmanın durdurulduğunu duydum. Sebebini sorduğumda ise bugünkü konjonktürde Rumlarla sürtüşme yaratacak çalışmalar içerisinde olmamak gerektiği düşünülüyormuş(!). Bunu durduran bizzat KKTC'deki CTP hükümetidir. Sayın Talat'ın geç kaldık demeci doğru değildir. Bu çalışmanın yapılmasını bizzat kendileri durdurmuştur.
Bununla ilgili olarak Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresi ile de görüşebilir ve bu bilginin doğruluğunu teyit edebilirsiniz.
Bu konuda elde edip yayınlayacağınız ek bilgi ve yazıların yanlışla doğruyu ayırmada çok etkili olacağını düşünüyor ve bunun Kıbrıs'ta ve Türkiye'de bu ihanete karşı çalışanlara destek olup güç birliği yapmalarını sağlayacağına inancım sonsuzdur. Her zaman dediğim gibi Kıbrıs'ta sadece Talat'lar yaşamıyor.
Cüneyt ÖZERDAĞ
Bu belgeler neden AİHM'ye ibraz edilmedi
YAZIDA bahsi gecen Abdullah Paşa Vakfı bizim ailemiz büyükleri tarafından kurulmuştur. Elimizde olan muhtelif belge ve evraklar arasında 1936 senesinde vakıf evlatlarına (annem ve kardeşlerine) vakfın gelirinden ödenmiş olan gelirlerin makbuzları da mevcuttur.
1938’de Vakıflar İdaresi bu vakfın mütevellisi olan Mehmet Rahmi Beyi mütevellilikten alarak Abdullah Paşa Vakfını mazbut vakıflar arasına almış ve bu zamandan beri de aile büyüklerimiz bu vakıf konusuyla ilgilenmemişlerdir.
Tesadüfen Aralik 2006’da Kıbrıs ile ilgili muhtelif konuları bu arada da Maras'ta açılan davayı okurken Abdullah Paşa vakfının Maraş'ta büyük bir bölgenin sahibi olduğunu gördüm. Bu konuda ailemiz içinde hukuksal haklarımızı almak için gerekli çalışmalara başladık.
Vakfın su andaki mütevellisi Kıbrıs Vakıflar Örgütü ve Din İsleri Dairesi’dir. Türkiye'nin muhatap olduğu bu konuda, bu daire olayları bilmesine rağmen elinde mevcut olan evrak ve belgeleri her nedense ibraz etmemiştir veya belli politik nedenlerden ötürü mahkemeye vermemiştir.
AİHM'ye bu belgeler sunulmadığından dolayı da Türkiye ilk önce Arestis davasını kaybetmiş ve yüksek bir bedel ödemeye mahkum edilmiştir. Ayrıca bu konuda bekleyen Rumların davaları için bu önemli bir örnek oluşturacak, Türkiye'de bu bedelleri ödemekle cezalandırılacak.
KKTC Cumhurbaşkanı Talat ellerinde veriler olduğunu inkar etmiyor, fakat mahkemeye verilmesinin gereksizliğini, fayda getirmeyeceğini iddia ediyor. Ne yazık !!!
Bir Türk olarak topraklarımıza her ne sebeple olursa olsun sahip çıkılması gerektiğine inandığım için bu husustaki yardımlarını ve önerilerini rica ediyorum.
Eren SAGAY
Patent kıyağı
ETİ Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğünün teşviki ile Teknoloji Geliştirme Dairesi Başkanlığında yürütülen bir proje için (Tinkal Kalsinasyonu) patent başvurusu yapılmaya hazırlanılıyor.
Söz konusu Başkanlığın çalışma esasları yönergesinde; teşekkül kısa, orta ve uzun vadeli araştırma-geliştirme faaliyetlerinin planlanması ve yeni ürün geliştirilmesine yönelik bilimsel araştırmalar, laboratuar ve pilot çapta çalışmalar yapılması/yaptırılması, bu alandaki teknolojik gelişmelerin izlenmesi, değerlendirilmesi, Ar-Ge kapsamında geliştirilen ürün ve teknolojilerle ilgili sınaî mülkiyet haklarının (patent, lisans ve benzeri) alınması ile ilgili işlerin yerine getirilmesi amaç edinilmiştir. Burada çalışan personel bu amaçlar için görevlendirilmiştir. Ve bu iş için ücret ödenirken, kurum laboratuar ve tesislerinde sürdürülen proje sonuçları kurum adına değil de çalışan personel adına tescil ettirilmesi etik bulunmamaktadır.
Bu uygulama ile başta Genel Müdür Orhan Yılmaz, Teknoloji Geliştirme Dairesi Başkanı Yücel Yalçınoğlu ve diğer grup çalışanlarından eşi kurumda Hukuk Müşaviri olan Tümay Uludağ ömürleri boyunca ve varislerine de hak ve menfaat sağlanmış olacaktır.
Yıllardır bu kuruma hizmet vermiş yöneticisine, mühendisine, teknikerine, memuruna ve işçisine haksızlık edilmiyor mu? Bu güne kadar çalışanlar hiç mi patent alacak bir şey bulamamışlar (iki uyanık hariç), yoksa bulmuşlarda bu hak kurumumundur deyip çalışmasına devam etmiştir.
Evet, çalışanları bu tip projeler için teşvik etmek, olumlu sonuçları karşısında ödüllendirmek elbette ki yapılmalıdır. Ancak kurumun imkânlarını kullanarak elde edilecek rantlar ve haklar şahıslara veya çalışana aktarılmamalı, kurumu sonsuza kadar onlara bedel ödemeye mahkûm bırakılmamalıdır.
Bu kurumda çalışan herkes kurumuna faydalı olmak için mesaisini harcar ve yaptığı her işi de kurumu adına yapar bunun karşılığını da maaş olarak alır. Çalışanlar kendi adına proje yürütecek, patent hakkı almak isterse ayrılır kendi tesisini laboratuarını kurar ve masraflarını cebinden karşılar. Bulduğu sonuçları da kendi adına tescil ettirir. Bunun dışında başka bir yol yoktur.
Kamu imkânlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyenler bilsinler ki 73 milyon yurttaşın hakkını gasbetmişlerdir.
Cemil ÖZGÜVEN
Neyin affı
"AKP, tebligatın geç yapılmasından kaynaklanan birikmiş trafik kazalarına yönelik af hazırlığı içinde" diye bir haber okudum.
Halbuki bu tebligatları geç yapan da aynı hükümet.
Cezanın caydırıcılığı için küçüklüğü, büyüklüğünün değil muhakkaklığı ve zamanındalığının önemli olduğuna inanıyorum.
Maalesef amaç; kanunlara,kurallara uymak değil,uyuyormuş gibi yaparak işi uzatmak,sulandırmak,yapanın yanına kar bırakmak olunca aflar da kaçınılmaz oluyor.
Aflar sayesinde kurallara,kanunlara olabildiğince uyanlar neticede devlet eli ile enayi yerine konuluyorlar.
Aynen hepimizin ortak katma değeri ile oluşan vergilerin birileri tarafından "Allah ne verdi ise çoğalın"denilerek eğitimsiz-sağlıksız-işsiz yani niteliksiz çoğunluklar yaratılarak,seçim zamanları erzakla,kömürle satın aldıkları bu oylar sayesinde "sen beni seç ben seni affedeyim" kısırdöngüsüne dönüşmesi gibi.
Sonucunda ülkemizi,istikbalimizi IMF'ye,AB'ye,ABD'ye ipotek ediyormuşuz.
Ne gam... Bu ülke için seve seve!
Af tabii ki olsun, sosyal devlet yapmalı. Ama namuslu vatandaşlarının haklarından değil, gücü yetiyorsa namuslu vatandaşlarına da en az affettiklerine verdiği miktarı ödül olarak vererek.
Devlet gücü yetiyorsa, hiç bir ayrımcılık yapmadan tüm vatandaşlarının 1 veya 2 çocuğuna tüm hayatları boyunca eğitim-sağlık-iş garantisi versin.
Ama gücü yetmiyorsa benim haklarımı, başkalarını ürettirerek ona vermesin,onun kullandığı kaçak elektriğin bedelini bana ödetmesin.Ürettirdiği bu niteliksiz çoğunluğun benim güvenliğimi,ülkemin güvenliğini tehdit etmesine,zorlukla yarattığımız katma değerlerimizi yabancılara peşkeş çekmesine izin vermesin.
Eğer "mış gibi" devlet değil de gerçekten demokrat, laik, sosyal devletse, Atatürkçülükle, laiklikle, Müslümanlığın bir ayrışma noktası değil de aksine örtüşme noktası olduğunu biliyor, kabul ediyor ve inanıyorsa bu devlete, bu topraklara canını vermeye, ölümüne çalışmaya hazır olan milyonlarca insanın olduğunu bilsin.
Bunları yapmıyorsa bana güvenmesin.
Mehmet ŞAPÇI
Minik Dilara kimin kurbanı
BAHÇELİEVLER'de açık olan kanalizasyon bacasından aşağı düşerek hayatını kaybeden minik Dilara Dumrul'un trajik ölümü, Türkiye'yi sarstı. Gazeteler, TV'ler, internet siteleri ve radyolar, Dilara'nın ölümünü günlerdir birinci haber olarak duyuruyor.
Ancak ne yazık ki; birkaç istisna dışında, haberlerin birçoğu, yine yüzeysel olarak ele alınıyor. Halbuki, Dilara'nın ölümünden çıkarılacak koca bir ders var: Hayatlarımız, özelleştirme politikalarının acımasızlığına ve kar hırsına emanet edilmiş durumda.
Dilara'nın ölümünün ardından birkaç gazetecinin derinlemesine ele aldığı ilişkiler, yukarıda çizdiğimiz tablonun parçalarını bir araya getiriyor. Bu tablo, AKP Genel Başkanlığı'ndan, İSKİ'ye uzanıyor. Oradan da Birlik Vakfı, MVM İnşaat ve Güntek Mühendislik Şirketi'ne...
İsmini saydığımız bu kurumları yan yana koyduğunuzda, AKP'nin fütursuzca yaptığı kadrolaşmanın, daha hangi canları nerelerde alacağının ipuçları da ortaya çıkıyor.
O halde, hem tarihe not düşmek, hem de başımıza gelenlerin sebeplerini anlayabilmek için Birlik Vakfı'ndan başlayalım: Birlik Vakfı, 1960'lı yılların sonunda, sosyalist ve sol hareketin karşısına çıkartılan Milli Türk Talebe Birliği'nin (MTTB) bir ardılı. MTTB, bugün sağdaki kadroların yetiştiği, milliyetçi-muhafazakar isimlerin teorik eğitimlerini aldığı, örgütlendiği ve politika yaptığı bir oluşum.
Dönemin MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan'la sıkı ilişkileri olan oluşum, partiye "kadro" kazandıran bir işlev de görüyordu. MTTB, misyonunu tamamladığı için, yerini Birlik Vakfı'na bıraktı.
Birlik Vakfı, MTTB kadar etkin olmasa da geçmişten aldığı birikimle, Türk siyasi hayatına yön vermeye devam etti. Bunu yaparken, mali altyapısını oluşturmayı da ihmal etmedi. Öyle ki; Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'yken, vakfa yakın işadamları, birçok ihale aldı. Buralardan kazanılan paraların önemli kısmı, Birlik Vakfı'na aktarıldı.
Erdoğan'la vakfın yakınlaştığını gören Necmettin Erbakan, bu "etkin güç"ü kaybetmemek için, kabinesine Birlik Vakfı Başkanı İsmail Kahraman'ı da katmak zorunda kaldı. Kahraman, 1996'da, Kültür Bakanı koltuğunda oturuyor, kabinede vakfı temsil ediyordu. Ancak Erbakan'ın Kahraman'ı bakan yapması da yeterli olmadı.
Vakıf, Refah Partisi'nde yaşanan ayrışmada Recep Tayyip Erdoğan'ın safında yer aldı. Erdoğan parti kurma hazırlığındayken de vakfa yakın işadamları mali altyapının oluşturulmasında ellerinden geleni yaptı. Böylece, AKP daha kurulurken, Birlik Vakfı'nın olanaklarından sonuna kadar yararlandı.
Aslında resmin buraya kadar olan yanı bile, minik Dilara'nın ölümüne giden yolu göstermesi açısından yeterli. Ancak biz yine de resmi tamamlayacak parçaları yan yana koyalım.
Birlik Vakfı, İstanbul'da Erdoğan'la, Ankara'da ise Melih Gökçek'le ittifak kurdu. Birlik Vakfı'na yakın şirketler, Ankara'nın doğalgaz sayaçlarını okuma işlerini bile aldı. Birlik Vakfı'nın ticari alandaki önlenemez yükselişi, "muhafazakar" olarak tabir edilen çevrelerde sıkıntı yaratmaya da başladı. Bu sıkıntıyı yaşayan isimlerden biri de İSKİ Genel Müdürü Dursun Ali Çodur'du.
Çodur, Ali Müfit Gürtuna'nın başkanlığı döneminde, daire başkanlığından genel müdürlüğe getirilmiş bir isimdi. Geçmişi, MTTB'ye dayanıyor, ancak ümmetçilikten çok, milliyetçiliğe yakın bir çizgide duruyordu. Bu yüzden de "muhafazakarlar"la dönem dönem ters düşüyordu.
Hatta bu yüzden, AKP'li Kadir Topbaş İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı kazandığında, ilk iş olarak istifa dilekçesini yazmış, Topbaş'a teslim etmişti. Çodur, yeni başkan Topbaş'a, "Benimle çalışmak istemediğiniz taktirde, dilekçemi hemen işleme koyabilirsiniz" demişti.
Topbaş ise "kadrolaşma görüntüsü vermemek" için, çalışmak istemediği Çodur'u yerinde tutmayı tercih etmişti. İSKİ Genel Müdürü Çodur, Topbaş'ın kendisini görevden almayacağını düşündüğü için, Büyükşehir Belediye Başkanı'na yeni bir ihale sistemi de önermişti. "Kayırmacılığı" ve "suiistimali" önleyeceğini düşündüğü ihale sistemi, Birlik Vakfı'nca duyulunca, huzursuzluk da artmaya başladı.
Birlik Vakfı yöneticileri, bu rahatsızlıklarını en üst düzeyde dile getirdi. Çodur, rahatsızlığın arttığını görünce, istifa dilekçesini güncelledi ve yeniden Topbaş'a sundu. Topbaş, dilekçeyi işleme koyacakken, son anda vazgeçti. Bunda, Çodur'un MTTB'de uzun yıllar hizmet etmesinin ve Erdoğan Ailesi'nin bir kısmına yakın olmasanın etkili olduğu iddia edildi. Ancak Çodur, artık "kara liste"ye çoktan girmişti. Büyükşehir Belediyesi üst düzey yönetimi Çodur'la olan ilişkilerini son altı aydır tamamen kesmişti. Öyle ki; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geride bıraktığımız günlerde, Kanal 7'de yayımlanan İskele-Sancak programını izlerken sinirlenmiş, "kara liste"deki Dursun Ali Çodur'u aramıştı.
Bunun sebebi ise şuydu:
Kadir Topbaş, programda İstanbul'un su sorununa ilişkin bir soruyu yanıtlarken, "Yeni bir projemiz var. Bulgaristan'dan su getiriyoruz" dedi. Bunun üzerine, programa katılan Hürriyet Gazetesi Yazarı Yalçın Bayer esprili bir şekilde, "Sayın Topbaş, o bahsettiğiniz projenin mimarı ben ve eski Milletvekili Yalçın Koçak'tır. Patenti de bizdedir" ifadesini kullandı. İşte bu sözler, Erdoğan'ı çok kızdırdı.
Program esnasında Çodur'u arayan Erdoğan, "Başkan projelerimizi neden savunamıyor. Neden düzgün anlatamıyor, bilgilendirmiyor musunuz?" diye sordu. Çodur ise, "Sayın Topbaş anlatmaya çalışıyor" mealinde sözler etti.
Zaten bu konuşma, Çodur'un artık gözden çıkartıldığının ifadesiydi. Çünkü; Recep Tayyip Erdoğan Ankara'da olmasına rağmen, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın hangi sözü söyleyip hangi sözü söylemeyeceğini bile belirliyordu. İSKİ Genel Müdürü Çodur ise, bir bürokrat gibi davranmayı tercih ediyordu. Bu yüzden de Topbaş'a müdahale etmeyi düşünmüyordu. Zira, etmek istese bile, Başbakan'dan kendisine sıra gelmezdi!
Yukarıda ortaya koyduğumuz resim, Çodur'un zaten İSKİ'den uzaklaştırılacağını kanıtlıyor. Minik Dilara'nın ölümü ise, hem Topbaş'ın, hem Erdoğan'ın işini kolaylaştırdı. Görevden uzaklaştırmak istedikleri Çodur'u koltuğundan ederek, siyasi sorumluluk da üstlenilmemiş oldu.
Dursun Ali Çodur görevden alındı, gerçeklerin üstü örtüldü, daha önce iki kez verilen istifa dilekçesinden ise bahsedilmedi. Peki, Çodur'un görevden el çektirilmesiyle, Birlik Vakfı'ndan MVM'ye, oradan da taşeron Güntek Mühendislik'e emanet edilen canlarımız garantiye mi alındı?
Bu sorunun cevabını, kuşkusuz Birlik Vakfı'na ve uzantılarına ayrıcalık sağlayan Başbakan Erdoğan vermeli.
Tabii, "Rögar kapaklarını çalıyorlar, o yüzden beton koyuyoruz, onu da kamyon kırıyor" diyen bir zihniyetin insafına terk edilmek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı vicdanen rahatsız ediyorsa... Ancak, sanırız etmiyor. Eğer etmiş olsaydı, 15 milyonluk İstanbul, neo-liberal politikaların sonucu olan özelleştirmelerin insafına terk edilmezdi.
Bakmayın siz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın anne Songül Dumrul'u arayıp ''Görüntüleri izlerken yüreğim burkuluyor" demesine... Başbakan cinayete çok üzülüyorsa, işe Kadir Topbaş'ı görevden almakla başlamalı. Çünkü; Birlik Vakfı ve MVM adlı şirketin avukatının, aynı zamanda Topbaş'ın avukatı da olması bile tek başına yeterli bir sebeptir.
Bu ilişki ağı, Başbakan'ı bile etkisiz hale getirir. Bu ilişkilerin adı, "2. İSKİ Skandalı"dır. Minik Dilara da işte bu sistemin son kurbanıdır. Dilara'nın gerçek katilleri, "Tarikat, Ticaret ve Siyaset" üçlüsüdür. Gerisi laf-ı güzaftır, yani boş sözdür...
Barış YARKADAŞ-www.gercekgundem.com
Paylaş