Paylaş
Hoş yandaşlar için Başbakan ne söylerse söylesin alkış hazır...
Çok kısa bir süre sonra açıklamalardan anladık ki bu “polis” gücü aslında “polis” olmayacakmış. O ne demek? Yani “polis” gibi olacak, ünüforma giyecek, tabanca ve cop taşıyacak ama “polis” olmayacak, özel bir güç olacak. Sayısı da şimdilik 10 bin kişi. Kime bağlı olacağı sonra belirlenecek.
Bu yaklaşım size tanıdık geliyor mu?
Tarih sayfalarını biraz karıştırınca, hatta uzağa gitmeden komşulara bakınca benzerlerini hemen görürsünüz, sonrasında ne olduğunu da!..
Totaliter eğilime yönelen her iktidar kendi özel güvenlik gücünü kurmaya başlar. Aynen İtalya’daki ‘Kara Gömlekliler’ gibi, Nazi Almanya’sında “SA” ve “SS”ler gibi...
Yakın örneği ve en keskin biçimde uygulaması İran’daki Basic milisleridir. Basic milisleri 1980-88 yılları arasında süren İran-Irak savaşında düzenli ordunun yanı sıra savaşmaları için kuruldu. Sayıları milyonlara ulaştı, rejimin bir anlamda milisleri, silah ve cop taşıyorlar, rejimin maddi ve istihdam olanaklarında belli bir yüzde hakları var. Çoğunluğu orta gelirli ailelerin çocuklarından oluşan Basici (ya da Besic) milisleri, sivil geziyor, Devrim Muhafızları’na bağlılar ve Basiciler emri dini lider Ayetullah Hamaney’den alıyor. En sert müdahalelerini 2009 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adayı Musavi ve yanlılarına yaptılar. Şimdilerde ise rejimin ilkeleri için sokaklarda geziyorlar, İslam ilkelerine ve rejim kurallarına uymayanları her yerde terbiye ediyorlar (Sokaklarda tesettür kontrolleri başta olmak üzere). Bir diğer yakın örnek ise diğer yanımızda.
Surİye’de Şebbİha!
İran’daki Besic örneğinden yola çıkarak Hafız Esad döneminde kurulan ve aktif olan Şebbiha, Suriye’de gösterilerin başlamasıyla birlikte göstericilere ve muhaliflere yönelik tasfiye operasyonları yürüten, onlara doğrudan ateş açan sivil, paramiliter çeteler olarak ön plana çıkmıştır. Hafız Esad, Şebbiha güçlerinden özellikle Lübnan ve Suriye’deki siyasi hasımlarını tasfiye için yararlanmıştır. Şimdilerde ise içsavaşta kullanılıyor. Doğal olarak!
Modern bir devlette güvenlik ve adalet, sistemin kendi kurumsal yapıları içerisinde olur. Yani güvenlik ihtiyacını ya polis ya asker ya da jandarma yerine getirir! Bunun tersinin görüldüğü modern bir devlet ya da demokrasi biliyor musunuz?
Bugün –iyi niyetle– stadyumlardaki şiddeti önleme amaçlı kurulan bu yapılar yarın aynen İran örneğinde olduğu gibi, içki kontrolleri, İslami ilkelerin denetimi, üniversitelerde öğrencilerin en temel demokratik haklarını engellemeye veya ülkenin tek hâkiminin uygun görmediği her şeyin denetimini yapmaya başlar.
Dindar ve kindar bir nesil böyle yaratılır!
Bu ülkenin ordusunun “Özel Kuvvetler Komutanlığı”nı PKK bir yandan, dost sandığımız düşmanlar bir yandan tasfiye etmeye çabalarken, kurulmak istenen yeni bir “özel kuvvetler” varmış meğer!
Yarın adını da ‘Akıncılar’ koyarlarsa hiç şaşmam!
Ne zaman uyanır uykudan bu ülkenin insanları Tanrım?
GÜNÜN TEPKİSİ
“Atatürk’te Birleştik hareketinin önemli bir aktörü olan İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın, TBB seçimlerinde ‘Atatürk’te ayrıştık’ noktasına gelmesi (Atatürkçü oyları bölmesi), inanılmaz tutarsızlık, siyasal ve stratejik anlamda ağır bir hatadır.” (A. Gani AŞIK 16. dönem CHP milletvekili)
Kaç doğru vardır?
REDHACK geçenlerde Reyhanlı’daki bombayı atanların muhtemel suçlularının Suriye’de direnişçiler denen grubun içindeki bir alt grubun olduğu konusunda kuvvetli deliller ele geçmiş olduğunu ülkemizin jandarma kaynaklarından öğrendiğini belgesiyle yayınladı. Bu hükümetimizce derhal yalanlandı. Son olarak ise Jandarma Komutanlığı, belgeyi sızdıran bir eri tevkif ederek soruşturma başlattığını, yani belgenin doğru olduğunu beyan etti. Yanlış anlamadıysam, Jandarma Komutanlığı, Redhack’i doğruladı. Bir bilim adamı olarak ömür boyu bilgi tutarlılığı peşinde koşmuş birisi olduğumdan devletimizin yönetiminden sorumlu kişilerce ortada kaç tane doğrunun olduğunu merak etmeye başladım. Bilim doğrunun gerçekle örtüşenler (yani tek) olduğunu söyler. Acaba hükümetimiz bunun dışında da çok doğrulu bir evren mi keşfetti? Öyleyse bu felsefe açısından çok önemli bir buluştur ve yayınlanması gerekir. A. M. Celal ŞENGÖR
Başbakan’a rağmen savunma
‘SİLUET’ yapı konusunda yargı kararıyla ortaya çıkan son durum için bazı şeyleri bilmek gerekiyor. Başbakan Erdoğan’a rağmen Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve Astay İnşaat’ın sahibi Mesut Toprak, Bölge İdare Mahkemesi’nde açılan davada planı savundular.
Bu konudaki dava Pendik’ten ‘kentini seven’ bir vatandaş tarafından açılmıştı.
Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı hukuk işlerindeki bir avukat, Belediye Başkanı adına planı savundu. Müteahhit firma da, davaya
müdahil olma isteği mahkemece kabul edildi. Yani Başbakan’a
rağmen planı her iki taraf da savunmuş oldular.
Plan iptallerinden sonra Büyükşehir açısından uygulanan yöntem şudur. Yeni bir plan yapılır ve mahkeme kararı ile ‘hülle’ yapılarak yargı açığa düşürülür.
Acaba Topbaş, bu yöntemi yargının yeni kararına karşı kullanacak mı?
Belediye bir davayı kaybettiği zaman konuyu Danıştay’a götürür, yasal yolları kullanır. Her zaman yaptığı gibi acaba plana Danıştay nezdinde itiraz edecek mi? Yoksa idarenin yanlış bir iş yaptığını mı kabul edecek ve ileride büyük tazminat davaları ile karşılaşma riskini alabilecek mi?
Topbaş, şimdi Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında Dolmabahçe’deki Süzer Plaza’nın kaçak katlarını yıkmak için yaptığı gibi encümen kararı alabilecek mi, yıkım ihalesi açabilecek mi?
İBB’de hangi imar dosyaları iptal edildi
İSTANBUL Büyükşehir Belediye Meclisi CHP grubu olarak, AKP’nin meclisten geçirdiği hukuka aykırı kararları yargıya taşıyarak, İstanbulluların haklarını korumayı amaçlıyoruz. Açtığımız davalardan aldığımız sonuçların kamuoyu tarafından bilinmesi amacıyla size açtığımız 145 davadan son gelişmeleri özetlemek istiyorum.
1- Üsküdar Kısıklı’da bulunan 85.000 m2 miktarlı özel bir şirkete (Mesa İnşaat) ait taşınmaz için İBB Meclisi’nde 12.01.2013 tarihinde geçen karar aleyhine İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 2012/1479 esas sayılı dosyası ile dava açılmış, mahkeme “donatı alanlarının azaltıldığı” gerekçesiyle yürütmenin durdurulmasına karar vermiştir. Bu karardan hemen sonra, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aynı taşınmaz için, İBB Meclisi’nden geçen planın aynısını yaparak, mahkeme kararını etkisiz hale getirmiştir. Bu plan aleyhine de askıda itiraz edilerek, süreç dava açılması için takip edilmektedir. Fakat bu arada, İstanbul 4. İdare Mahkemesi, daha önce yürütmeyi durdurduğu dosyadan bu kez iptal kararı vermiştir.
2- Şehir Tiyatrolarına ilişkin yeni yönetmelik 12.04.2012 tarihinde İBB Meclisi’nden CHP’nin muhalefeti ile geçmiştir. Gerçekten çok antidemokratik bir içeriğe sahip yönetmeliğe sanatçılar da sert tepki göstermişler, fakat Başbakan’ın “Gerekirse şehir tiyatrolarını kapatırız” restinden sonra tepkiler azalmıştı. bu yönetmelik aleyhine İstanbul 1. İdare Mahkemesi’nin 2012/1824 esas sayılı dosyasından açtığımız davada mahkeme yönetmeliğin bazı maddelerinin iptaline karar vermiştir.
Özelikle, Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu’na sanatçıların da seçimle üye vermesine ilişkin kaldırılan hükmü iptal etti. Yani artık yönetimde sanatçılar da temsil edilecek. Ayrıca, şehir tiyatrolarından atılma gerekçesi olarak getirilen “İçki içmeyi alışkanlık haline getirmek” hükmü, “izinsiz şehir dışına çıkılamaz” hükmü ile iki yıl oyunlarda görev almayanların televizyon ve sinemalarda görev almasını engelleyen hükmü hukuk devletine, anayasada güvence altına alınmış seyahat özgürlüğü, sanat özgürlüğü, çalışma özgürlüğü gibi maddelere aykırı bularak iptal etmiştir.
3- Şişli’de Ali Sami yen stadının yanındaki Likör Fabrikası’nın yerinin üzerinde tescilli tarihi eser olmasına rağmen rezidansa dönüştüren 18.02.2011 tarihli İBB Meclis kararı aleyhine İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 2011/937 esas sayılı dosyası ile açtığımız davada mahkeme, plan tadilatının yoğunluk artırıcı olması, plan hiyerarşisine uymadığı için hukuka, planlama ilkelerine aykırı bularak yürütmeyi durdurma kararı vermiştir.
Av. Dr. Tuncer ÖZYAVUZ- CHP İBB ve Pendik Meclis Üyesi
Anayasa hukuku uzmanı
3’üncü havalimanına kimin adı verilecek
İSTANBUL’da üçüncü havalimanının yapılması beraberinde farklı tartışmaları gündeme getirmiş ve bu alandaki kuşkular, endişeler ve kaygılar henüz giderilmemiştir. Gerek 3. havalimanı gerekse 3. Boğaz köprüsünün doğal yaşam alanlarına geri dönüşü mümkün olmayacak zararlar vereceği endişesi farklı ve çelişkili açıklamalarla geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak Türkiye’nin kalbinde; en önemli ve en büyük kentinde inşa edilecek bu yapıların çok farklı bilimsel disiplinlerden yararlanılarak tartışılması, müzakere edilmesi ve projelendirilmesi gerekirken ‘ben yaptım oldu’ mantığı yine galip gelmiştir.
Şimdi bir diğer önemli konu, 3. havalimanının adının ne olması gerektiğine ilişkin süregelen tartışmalardır. Hâlâ var olan Atatürk Havalimanı kapatılacağına göre aynı ismin yeni yapılacak havalimanına verilmesi kamuoyunda yoğun bir beklenti niteliğini almıştır. Bu çerçevede;
1- 3. havalimanının adı konusunda bir çalışma, belirlenmiş bir isim; ya da ismin ne olacağına dair bir karar verilmiş midir?
2- Yeni yapılacak havalimanına Atatürk adının verilmesini düşünüyor musunuz?
3- Atatürk Havalimanı kapatılacağına göre, buranın dünyanın en büyük metropollerinden biri olan İstanbul’un büyük eksikliğini duyduğu, New York’ta Central Park, Londra’da Hyde Park gibi bir alana dönüştürülmesi gibi bir projeniz bulunmakta mıdır?
4- Atatürk Havalimanı’nın insanların nefes alacağı bir yeşil alana dönüştürme düşünceniz ya da projeniz var mıdır? Yoksa bu alan da TOKİ ya da belli müteahhitlere verilerek yeni beton yığınına mı dönüştürülecek?
5- Üçüncü havalimanı ve üçüncü Boğaz köprüsü yapımı sırasında doğaya verilen zarar ölçülmüş müdür? Bunun telafisi yönünde herhangi bir çalışma; ya da proje çalışması mevcut mudur?
6- Havalimanı ve köprünün İstanbul’un içme suyu kaynaklarına ve ormanlarına vereceği zararı nasıl önlemeyi düşünmektesiniz?
7- Bütün Türkiye’nin dikkatle izlediği bu yeni yapılar konusunda halkın yeterli ölçüde bilgilendirildiğini düşünüyor musunuz? Bu konuda bir eksiklik söz konusu mudur ve bunu gidermeye dönük bir çalışma başlatmayı düşünüyor musunuz?
Milletvekili Kesimoğlu’ndan soru “Sebahattin Ali’yi, kim nasıl öldürmüştür?”
CHP Kırklareli Milletvekili ve İçişleri Komisyonu Üyesi Mehmet S. Kesimoğlu, 1948 yılında faili meçhul bir cinayete kurban giden gazeteci-yazar Sabahattin Ali’nin ölümünü TBMM gündemine taşıdı.
Kesimoğlu, Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili devlet kayıtlarına giren bir belgeyi, 60 yıllık bir klasörden 2010 yılında tesadüfen bulmuştur.
Üsküp Jandarma Karakolu Üst Çavuşu Mevlüt Afacan imzalı kitapçıkta toplanan belgenin üzerinde 29 Nisan 1950 tarihi bulunmaktadır. Pelur kağıda yazılmış ıslak imzalı belge, Sabahattin Ali cinayetinden 2 yıl sonra kaleme alınmıştır. 63 yıl önceki resmi yazıda geçen ifade aynen şöyle:
“Komşu bucak ve karakollar bölgesinde vuku bulan hudut vakaları, ilticalar ve Bulgaristan’a geçmek üzere yola çıkan Sebahattin Ali’ye kılavuzluk eden Ali Ertekin’in, Sebahattin Ali’yi Sazara köyü hududu içinde öldürmesi üzerine sırf hudut vakalarını önlemek maksadiyle 22 Nisan 1949 tarihinde bucağa bağlı olan Sazara köyünde bir asayiş karakolu açılmıştır.”
DEVLETTE BAŞKA BELGE VAR MI
CHP Milletvekili Kesimoğlu, Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde, Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili başka belgelerin devlet kayıtlarında bulunup bulunmadığını sordu.
Kesimoğlu, soru önergesinde şu bilgileri verdi:
“25 Şubat 1907’de Bulgaristan sınırları içinde kalan Gümülcine kazası Eğridere köyünde doğan gazeteci yazar Sabahattin Ali, 65 yıl önce faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. 41 yıllık kısa hayatına, pek çok öykü, şiir ve roman sığdırmış, haksızlıklara karşı amansız bir mücadele vermiştir. Dergilerde çıkan yazıları nedeniyle aylarca cezaevinde yatan Sabahattin Ali, baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Sabahattin Ali iddiaya göre Bulgaristan’a kaçmak için para karşılığı Ali Ertekin’le anlaşmıştır.
Ertekin ise dönemin istihbarat teşkilatı olan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktadır. Resmi açıklamalara göre Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürmüştür. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Kırklareli’nde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948’de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmış, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır.
Yazarın yakın çevresi Sabahattin Ali’nin Kırklareli’de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğünü ve Ertekin’in paravan olarak kullanıldığını belirtse de bu hiçbir zaman kanıtlanamamıştır.”
2010 yılında bulduğu belgenin karanlık cinayetin nasıl gerçekleştiğine dair ilk ciddi belge olma özelliği taşıdığını belirten Kesimoğlu, Tayyip Erdoğan’dan şu soruların yanıtını istedi.
“1. Söz konusu belgenin bir nüshası devlet kayıtlarında bulunmakta mıdır?
2. Devlet kayıtlarında Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili başka belgeler de var mıdır?
3. Kayıtlara göre Sabahattin Ali nasıl öldürülmüştür?
4. Sabahattin Ali cinayetiyle ilgili dava dosyası arşivlerde bulunmakta mıdır?
5. Sabahattin Ali cinayetini işleyen Ali Ertekin dönemin istihbarat teşkilatında mı çalışmaktadır?
6. Sabahattin Ali’nin Kırklareli’nde Milli Emniyet tarafından sorgulandığı ve işkence gördüğü doğru mudur? MİT kayıtlarında böyle bir bilgi var mıdır?
7. MİT kayıtlarında Sabahattin Ali’nin, Milli Emniyet’de işkence sonucu öldürüldüğü iddialarıyla ilgili kayıt bulunmakta mıdır?
8. Sabahattin Ali’nin ölümüyle ilgili MİT kayıtlarında hangi belgeler vardır?”
Paylaş