Paylaş
Van Der Bellen ile Hofer arasındaki yarış aslında Avusturya'nın Avrupa Birliği içindeki yerini de belirleyecek bir seçime dönüşmüştü. Aşırı sağcı aday Hofer seçimleri kazandığı takdirde ülkenin AB'den çıkması için bir referandum düzenlenmesi taraftarı olduğunu söylüyordu. Avusturya seçmeni Van Der Bellen'i seçerek ülkenin AB içinde kalmasını istediğini de göstermiş oldu.
Bu seçim AB ülkelerine ve Brüksel'e yeniden güven getirdi. Kolay değil; daha altı ay önce Birleşik Krallık'ın AB'den çıkma kararıyla sonuçlanan bir referandum düzenlenmiş, bu karar Avrupa'da benzer bir akımın yayılmasına yol açmıştı.
Bazı Avrupa ülkelerinde benzer görüşleri savunan siyasi liderler var. Örneğin, Fransa'da Marine Le Pen'in de bu yaklaşım içinde olduğu biliniyor.
Avusturya'daki seçim sonucu AB'de merkezkaç dinamiklerin biraz olsun yatışacağı ümidinin belirmesine yol açıyor. Ancak asıl sınav gelecek yıl Fransa'da yapılacak seçimlerde verilecek. François Fillon'un merkez sağın adayı olacağının anlaşılması ve Cumhurbaşkanı François Hollande'ın gelecek yıl seçimlerde aday olmayacağını açıklamasıyla birlikte 2017'nin en önemli siyasi olayı olarak Fransa'daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri daha şimdiden Avrupa siyasi gündeminin en üst sırasına oturdu.
Fransa'da sol Hollande ile büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Hollande aday olmasa dahi, yerine kim aday gösterilirse gösterilsin, bu adayın seçimlerde ikinci tura kalmasının dahi güç olacağı söyleniyor. Dolayısıyla yarışın François Fillon ile Marine Le Pen arasında geçeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.
Yirmibirinci yüzyılın en önemli gelişmelerinden birini bu siyasi ayrışma oluşturuyor. Tüm dünya üzerinde ilerleyen milliyetçi popülizm yüzünden artık seçmenler dünya görüşü, siyasi ve ekonomik söylem, sosyal politika konularında sağ ve sol arasında bir seçim yapmak yerine sağın içinde merkez sağ ve aşırı sağ arasında bir seçim yapmak tercihiyle karşı karşıya kalıyorlar. Sol ideoloji tüm dünyada geriliyor. Fidel Castro'nun ölümüyle birlikte artık hükmünü yitirdiği dahi ileri sürülebiliyor. Ne hazin...
Ancak mesele sadece sağcı akımların siyaset sahnesini bu şekilde işgal etmesi değil. Sorun aşırı sağcı akımlarla mücadele etmek için merkez sağ ve liberal siyasi görüşü temsil eden partilerin de söylemlerini aşırılaştırması. Bu durum tüm dünyada siyasetin giderek daha milliyetçi, ırkçı, yabancı düşmanlığı eğilimli ve korumacı bir hal almasına yol açıyor.
Daha vahimi var. Sağın kendi içindeki bu rekabet solu da olumsuz etkiliyor. Sosyal demokrat düşünceye sahip olanlar popülizmin bu denli rağbet görmesinden etkileniyorlar ve adeta onlarla yarışır gibi kendi ideallerinden, hümanist dünya görüşlerinden uzaklaşmaya, ulusalcılaşmaya ve alternatif olmak yerine sıradanlaşmaya başlıyorlar. Fransa'nın da başına gelen bu.
Dünyanın bu hale gelmesinin elbette çeşitli nedenleri var. Akla gelen ilk suçlu küreselleşme. Küreselleşmenin hızla yaygınlaşması gelişmekte olan ekonomileri de hızlı etkiledi. Küresel paylaşımdan pay kapma çabası içinde gelişmiş ekonomilerle rekabete giren gelişmekte olan ekonomilerin en büyük sıkıntısı bu rekabeti sürdürülebilir kılacak yapısal düzenlemelerden yoksun olmalarıydı. Bu nedenle, küreselleşme onların kalkınmalarına bir ölçüde yardımcı olsa da genel olarak gelişmiş sanayi toplumlarına ve onların kontrol ettiği sermaye dolaşımına daha çok yaradı.
Hal böyle olunca, gelişmekte olan ülkelerin gördükleri kısa dönemli büyüme hızları yavaş yavaş azaldı. Küresel düzeyde görülen ekonomik daralma sonucu büyüme tüm dünyada yavaşladı. Bu defa sadece gelişen ekonomilerin kendi içlerindeki gelir dağılımı dengesizliği değil, gelişmiş ekonomilerdeki adaletsizlik, eşitsizlik ve dengesizlik de giderek daha derin bir hal almaya başladı. Küresel düzeyde gelir dağılımındaki paylaşmaya bakıldığında toplamın yarısını %1'lik refah grubu alırken kalan %99 da diğer yarıyı paylaşmaya çalışıyor.
Bu kötü gidişin çaresi mevcut siyasi partiler ve onların temsil ettiği görüşler yerine kurulu düzene meydan okuyan siyasi akımların desteklenmesinde aranıyorsa kendini yenileyemeyen siyasette de büyük sorumluluk var demektir.
Dünyada barışa, her türlü eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına, insanca yaşamaya ve insana dönük politikaları geliştirmeyi hedef alan akımlara, yöneticilere her zaman olduğundan daha çok ihtiyaç var. Toplumları kendi içinde kutuplaştırmayan, siyasi, dini, mezhepsel, etnik ve daha birçok benzeri fay hatları yaratmayan, toplumsal uzlaşıyı yaşam tarzı olarak benimseyen insanlara her zaman olduğundan daha çok ihtiyaç var.
Sadece kendi toplumları için değil, bitişik, komşu ve diğer coğrafyalarda yaşayan halklara karşı da husumet ve düşmanlık yerine insanca yaklaşımlar benimseyen, yayılmacılık yerine yapıcılık gösteren, rejimleri değiştirmek yerine onların kendi halklarına daha sevecen bakmalarını sağlayacak söylemler kullanan liderlere ihtiyaç var.
Fransa'da sol bunu başaramadığı için geriliyor ve kendi seçmenini dahi tercihini sağın içinde yapmaya zorluyor. Artık her yerde değişim zamanı. Bunun ilk parıltısının Avusturya'da görüldüğünü mü ummalıyız acaba?
Paylaş