Paylaş
Yazık ki, terörle iç içe yaşamayı Türkiye insanına kanıksatmaya doğru giden bir dönemden geçiyoruz. Bu haliyle bakıldığında tüm dünyada Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne üyelik müzakerelerini sürdüren bir aday ülke olarak görmek yerine, Avrupa'nın yanı başında kaosla boğuşan, komşuları Irak ve Suriye'ye gün geçtikçe benzeyen ve artık güvenlik riski son derece yüksek hale gelen bir ülke olarak görenlerin sayısı da artıyor.
Türkiye'yi böylesine keder ve acı içinde bırakan terör olayı yakın coğrafyamızda son birkaç gün içinde bir çok ülkede tekrarlandı. Bunların tümü bir arada ele alındığında, terör saldırılarını IŞİD'in varlığını korumak için yaptığı son çırpınışlar olarak görmek de mümkün. IŞİD sadece Irak ve Suriye'de değil, son haftalarda Libya'da da sıkıştı.
İstanbul'daki terör saldırısını kim gerçekleştirmiş olursa olsun Türkiye'nin Suriye'de bir savaşın içinde olduğu, kendi toprakları üzerinde de PKK ile savaştığı unutulmamalı. Terör örgütlerinin her birinin "dava" adını verdikleri farklı güdüleri olabilir. Bu durum aralarında işbirliği yapmalarını engellemez. Sonuç itibariyle terörün en temel hedefi kurulu düzeni, sosyal, siyasi, ekonomik dengeleri ve ahengi olumsuz yönde etkilemek, kaosa sebep olmak ve yönetilemezlik durumunu yaratmaktır.
Bu hedefi belirlemiş olan terör örgütleri dünya üzerinde yaşamı o derece etkilemektedir ki, güvenlik ve terörle mücadele refah ve demokrasinin artık kolaylıkla göz ardı edildiği rejimlerin de hortlamasına yol açabilmektedir. Dünya'nın bugün karşı karşıya olduğu en önemli sorunu da bu durum oluşturuyor.
Teröre karşı güvenlik maksadıyla alınan önlemler ayırımcılığı, yabancı düşmanlığını körüklüyor, demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alınmasına yol açıyor, basın ve medya üzerinde amansız bir baskı oluşturuyor, ülkelerin daha fazla içine kapanmalarına sebep oluyor.
Bunun sonucunda da siyasi yelpazede giderek daha aşırıcı, daha radikal önlemler almayı savunan, toplumları daha çok bölen, bu çıkmaza daha otoriter rejimlerin çare olacağını savunan ve bu söylemlerle iktidara gelen, aynı yöntemlerle de iktidarlarını sürdüren liderlerle karşılaşılıyor.
ABD'de yapılan başkanlık seçimleri bu ülkenin toplumunu belki de tarihinde ilk kez bu denli kutuplaştırdı. Donald Trump'ın seçim kampanyası sırasında kullandığı söylem yabancı düşmanlığını körükleyici, din ve etnik köken üzerinden ayırımcılık yaratan bir tona sahipti. ABD toplumu, sonuç itibariyle Demokrat Parti adayını daha çok tercih ettiğini oylarıyla gösterdi. Ancak seçim sistemi iki aday arasında önemli sayıda oy farkı olmasına rağmen Donald Trump'ın başkanlığını getirdi.
Bundan sonra umulan Trump'ın kampanyada kullandığı söylemini geride bırakacak, toplumda yarattığı kutuplaşmayı giderecek, uzlaşmayı ve yeniden birleşmeyi sağlayacak bir başkan olması idi. Trump'ın ABD'nin yeni yönetimini üstlenecek kişilerle ilgili tercihleri Aralık ayının başından beri tek tek belirlenmeye başladı. Her isim ABD'de Trump'ın daha uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir lider olmak yerine hem içeride hem dışarıda daha keskin ve gerilimci politikalar izleyecek bir kadro oluşturduğunu gösteriyor. Bu da endişeleri artırıyor.
Yeni kabinenin en dikkat çekici iki ismini Savunma Bakanı ve İçişleri Bakanı oluşturuyor. Pentagon'un başına Trump emekli Orgeneral James Mattis'i aday gösterdi. İçişleri Bakanlığı'na da emekli Orgeneral John Francis Kelly seçildi.
Savunma Bakanlığı için düşünülen Mattis aslında Trump'ın İran konusundaki düşüncelerini destekleyen, İran'la yapılan nükleer anlaşmanın hata olduğunu savunan bir asker. Bununla beraber, anlaşmanın imzalanmış olması nedeniyle şimdilik beklemek gerektiğini düşünüyor, İran'ın nükleer güç haline gelme sevdasından asla vazgeçmeyeceğine, dolayısıyla ileride İran ile bir çatışmanın kaçınılmaz olabileceğine inanıyor.
Birinci Körfez Savaşı'nda, Afganistan'da ve Irak'ta görev yapmış, CentCom komutanlığını yürütmüş. IŞİD'i ise İran'ın bölgedeki nüfuzunu artırmasına yardımcı olan bir gelişme olarak görüyor. İsrail-Filistin meselesinin hallini de iki devletli çözüm çerçevesinde öngörüyor.
İçişleri Bakanlığı'na getirilmesi düşünülen Kelly de SouthCom komutanlığı yapmış ve emeklilik öncesi son olarak Güney Amerika ile ilgili görevde bulunması nedeniyle meşhur Guantanamo Bay hapishanesinden de sorumlu olmuş. Bu esir kampının kapatılmasına karşı olan tutumuyla hatırlanıyor.
Kelly Trump'ın özellikle Meksika sınırı ile ilgili düşüncelerine yakın duran bir asker. Kendisi gibi asker olan oğlunu Afganistan'da 2010 yılında kaybetmiş. ABD basınının Irak ve Afganistan hakkındaki eleştirilerini uygun bulmayan, dolayısıyla Trump'ın son zamanlarda basın ile ilgili düşünceleriyle de uyumlu politikalar izleyebileceğinden kuşkulanılan Kelly'nin atanmasından en çok insan hakları dernekleri endişe duyuyorlar.
Sadece bu iki atama dahi ABD'de şimdiden tedirginlik yaratmış durumda. Trump'ın seçtiği adayların sertlik yanlısı olmaları önümüzdeki dönemde ABD'de Başkan'ın otoriter eğilimlere sahip olacağına işaret ediyor. ABD toplumu gerginliğin, bölünmüşlüğün ve ayırımcılığın artacağından endişe duyuyor.
ABD'de Başkanlık sistemi beklenenin aksine demokrasi için umut vaat etmiyor. Aksine, bu sistemi demokrasiden uzaklaştırabilecek niteliklere sahip olan bir Başkan'ın insan hak ve özgürlüklerinin geriletilmesine yol açması da mümkün görülüyor.
ABD'de böyle bir olasılıktan söz edilebileceği dahi kimsenin aklına gelmezken, bugün bu tehlike ciddi olarak tartışılıyor. Yirmibirinci yüzyılın insanlık tarihi için pek de parlak umutlarla dolu olmadığı korkusu artıyor.
Paylaş