Dış politikada son yılların bir numaralı gündem maddesi olan Suriye bu yerini kaybedeceğe benzemiyor. Önce ABD, ardından Rusya, IŞİD'e karşı zafer kazanıldığını ilan ederek Suriye'nin şimdi kendi geleceğine odaklanması gerektiğinin beklentisini yarattılar. Bunun için Cenevre'deki barış görüşmelerinde başarılı bir ilerleme sağlanması gerekiyor. Oysa böyle bir ilerleme yok. Son tur görüşmelerde de ümit verici bir gelişme görülmedi.
Öte yandan, bölgede her ne kadar IŞİD'in artık neredeyse "yok edildiği" ileri sürülse de, terörist unsurların henüz tam anlamıyla temizlendiğini belirtmek zor. Herşeyden önce İdlib'te Türkiye'nin sorumlu olduğu çatışmasızlık bölgesinde kurulması öngörülen kontrol noktalarının tamamının faaliyete geçmediği söyleniyor. İdlib hala uluslararası koalisyonun radikal terörist unsurlar olarak nitelendirdiği grupların barınmaya devam ettikleri bir bölge. Terörle mücadelede IŞİD kadar önemsenen diğer silahlı grupların nasıl barışa ve silahlarını bırakarak sivilleşmeye ikna edilecekleri belli değil.
Bu durum, tam da Rusya'nın askerlerini artık Suriye'den çekmeye karar verdiğini açıkladığı bir sırada büyük önem taşıyor. Söz konusu geri çekilmenin sadece operasyonel düzeyde kalması, örneğin Türkiye ile Suriye yönetimi arasında ortaya çıkabilecek beklenmedik bir gerginliğin siyasi bakımdan yatıştırılması için Rusya'nın ağırlığını koymaya devam etmesi beklenir. Tabii eğer Rusya bu iki ülkenin artık Suriye sorununun çözümünde kendi aralarında asgari müşterekleri bulmaları için perde gerisinde gerekli zemini hazırlamamışsa...
Rusya'nın Suriye'de başka bir konuda uygun bir zemin hazırladığı inancı ise giderek artıyor. Suriye'de yönetimin sahadaki askeri üstünlüğü yeniden ele geçirmesinde ve ülke topraklarının önemli bir bölümünde yeniden kontrol sağlamasında Şam'a büyük yardım ve destek sağlayan Rusya'nın, Esad'ı Suriye'nin geleceğinde Kürt yurttaşları ile masaya oturmaya da ikna ettiği ileri sürülüyor. Birkaç kez ertelenen Suriye Halkları Kongresi'nin Ocak ayında toplanması konusunda Rusya ısrarını sürdürüyor. Rusya bu toplantıda PYD'nin de bir şekilde temsil edilmesini istiyor. Türkiye ise buna şiddetle karşı çıkmaya devam ediyor ve Suriye toprakları içinde PYD'ye karşı bir askeri harekat hedeflediğinin dahi sinyallerini veriyor.
Rusya 2015 yılının Eylül ayında Suriye'deki duruma askeri müdahale başlatmıştı. O zaman belirlenen hedef IŞİD terörüyle mücadele idi. Bugün hem Irak'ta hem Suriye'de IŞİD'in önemli ölçüde zemin kaybettiği, hatta mücadelenin kazanıldığının ileri sürüldüğü bir ortamda Rusya'nın muzaffer bir eda ile Suriye sahasından çekilmesi olağan görülüyor olabilir. Bununla beraber, iki yıl sonunda Rusya'nın bölgedeki kazanımlarına bakınca meselenin sadece IŞİD'in yenilgiye uğratılması olmadığı açıkça görülüyor.
Öncelikle, Esad ve Şam yönetimi iki yıl öncesine oranla Suriye sahasında artık daha geniş bir alanı kontrol edebiliyor. Dolayısıyla, gerileyen sadece IŞİD değil. Suriye yönetimine karşı mücadele eden muhalefet de zemin kaybetti. Bu durum doğal olarak Şam'ın ve Esad'ın Suriye'nin geleceğine dönük planlarda ve geçiş sürecinde rol oynamaya devam edeceğine ilişkin inancı da pekiştirdi. Türkiye dahil, Esad'a itirazı olan çevreler bu konuda eskiye oranla artık seslerini yükseltmiyorlar.
İkinci olarak, Rusya iki yıl önce Suriye'de tehlikeye giren askeri varlığını güçlendirdi ve yeniden güvence altına aldı. Tartus'teki deniz ve Lazkiye yakınlarındaki Hmeymim hava üslerindeki Rus askeri varlığı sahadaki askeri gelişmelerin de yardımıyla bugün sürdürülebilirlik bakımından kuşku uyandırmayan konum kazandılar.
Rusya'nın Suriye'de kazandığı askeri deneyim ve sınanan yeni silah teknolojileri de Rusya'nın yeniden dünya silah ticaretinde öne çıkmasına yardımcı oldu. Türkiye'nin Rusya'dan S-400 füzeleri almaya ikna olması dahi aslında Rusya'nın bu psikolojik kazancının bir sonucu olarak görülebilir.
Karar ABD tarafından alındığı halde İslam alemindeki tepkilerin İsrail'e yönelmesini genel İsrail aleyhtarlığının yarattığı ruh hali ile açıklamak yerinde olur. Esasen bu çevrelerde sadece ABD'yi değil tüm dünyayı musevilerin yönettiği gibi bir inanış mevcut. Hal böyle olunca, kararı alan kim olursa olsun İsrail'i eleştirmek için fırsat çıkmış oluyor. Fırsatı kaçırmak istemeyenler de İsrail'e yüklenerek içlerini döküyorlar.
Trump'ın kararı mevcut statükoyu hemen değiştirecek bir sonuç doğurmuyor. ABD'nin Büyükelçiliği'ni Kudüs'e taşıması bile birkaç yıl zaman alacaktır. Bu süre zarfında elbette bir yandan da Filistin sorununun çözümü için çabaların sürdürülmesi gerekir.
Ancak Trump'ın kararı siyasi açıdan bir dengesizlik yaratmıştır. Nitekim Filistin ABD'nin bu kararı nedeniyle artık Filistin sorununun çözümünde ABD'yi tarafsız ve güvenilir, önyargısız bir kolaylaştırıcı olarak göremeyeceğini açıkladı. Bu da ister istemez Ortadoğu Barış sürecini tehlikeye sokuyor.
13 Aralık Çarşamba günü Türkiye'de yapılacak olan İslam İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) zirve toplantısında ABD'nin kararına ve İsrail'e karşı tepkilerin dile getirilmesi ve mutabakat sağlanabildiği ölçüde bazı kararların alınması bekleniyor. Olağanüstü Zirve daveti Türkiye'den geldi, zira Türkiye örgütün dönem başkanlığını yürütüyor.
Öncelikle bir yanılgıya yol açmamak için mevcut duruma bakalım. Esasen 1948 yılından beri İsrail Kudüs'ü başkenti olarak görüyor. Dolayısıyla, İsrail'in atmış olduğu yeni bir adım yok ve Trump da yeni bir gelişme üzerine bu kararı almış değil.
Trump seçim kampanyası sırasında dile getirdiği vaatlerden biri olan "ABD Büyükelçiliği'ni Kudüs'e taşıma" konusunu bu defa somut olarak hayata geçirme kararı aldı. Bu vaat esasen Trump'ın seçim kampanyası sırasında dile getirdiği zamandan beri eleştirilen ve uygulamada gerçeklik kazandığı takdirde Ortadoğu'daki bütün dengeleri alt üst edebilecek bir adım olarak görülen bir söylem idi.
Dolayısıyla, Trump açısından bakıldığında, bu karar seçim kampanyası sırasında verdiği sözlerden birini daha yerine getirme çabası olarak görülebilir. Trump buna benzer birçok kararını yerine getirme deneyimi içinde olmuştu. Bunların da çoğu ya ABD yargısı ya da ABD yasama erki yani Kongre tarafından bir şekilde engellenmişti.
Bundan önceki denemelerin büyük çoğunluğunu ABD'nin iç politikasına etki eden türden gelişmeler oluşturuyordu. Dışarıdan bakıldığında her yeni adım ve kararın ABD içinde yarattığı çalkantılara "yeni ABD Başkanı'nın tarzı ve bunun karşılığında ülke içi dengeleri korumaya çalışan yerleşik düzen ve kurumsal refleksin tepkisi" denilip geçiliyordu.
Bugün Ortadoğu'daki nüfuz savaşlarını petrol ve doğalgaz optiğinden okumak isteyenlerin özellikle altını çizdikleri iki önemli gelişme var. Birincisi, ABD Devlet Başkanı Donald Trump'ın Ortadoğu vizyonu. Trump göreve geldikten sonra Ortadoğu'ya bakışında üç önemli unsurun altını çizdi: Suriye'de IŞİD ile savaş, Irak'ta petrolün kontrolü, İran'la varılan nükleer anlaşmanın iptali.
İkinci önemli gelişme ise Rusya'nın Ortadoğu coğrafyasına geri dönüşü. "Geri dönüş" tanımının altını çizmekte yarar var, zira soğuk savaş döneminde küresel düzeyde Sovyetler Birliği-ABD ya da Doğu-Batı kutuplaşmasının odak noktalarından birini de Ortadoğu oluşturuyordu. Sovyetler Birliği'nin bölgedeki iki önemli dostu olarak da Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin kuruluş yapısından ilham alan Baas Partisi'nin iktidar olduğu Irak ve Suriye öne çıkıyorlardı.
Sovyetler Birliği dağıldı, komünizm modeli yıprandı, Irak ve Suriye de başka gelişmelerin etkisinde kalarak yıkım yaşadılar. 2015 yılının Eylül ayının sonundan itibaren Rusya'nın Suriye'deki iç savaşa müdahil olması Rusya'nın Ortadoğu'ya yeniden dönüşünün miladıdır. Bugün bu geri dönüş sadece Suriye'de değil, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail üzerinde de Rusya'nın kurnaz diplomatik, siyasi, ekonomik ve enerji politikalarıyla kendini sağlamlaştırmaktadır. Rusya'nın petrol ve doğal gaz ihracatının en önemli rakibi Ortadoğu'dur.
Ortadoğu'da nüfuz kavgası ise yeniden ABD ile Rusya arasındaki vekalet mücadelelerine dönüşmüştür. Görünen o ki, bu iki aktör bölgesel dengeleri yeniden kurguluyorlar, etki ve nüfuz alanlarını belirliyorlar. Rusya batıda Suriye sahasında kontrolünü artırıyor. ABD doğu'da Irak'ta ve Suriye-Irak sınırında belirgin bir konum elde ediyor. Her ikisi de yerel aktörlerle çalışmayı, bu bağlamda hem Suriye'de hem Irak'ta Kürt unsurlar üzerinden oyun kurmayı planlarının önemli bir boyutu haline getiriyorlar. Suriye'nin güneyinde Ürdün sınırında oluşturulan çatışmasızlık bölgesinde de ortak sorumluluk üstlenerek bir bakıma birbirleriyle işbirliği de yapar görünebiliyorlar.
Son zamanlarda ikili ilişkilerimizin önündeki en önemli engelleri ABD'nin PYD/YPG'ye silah ve askeri malzeme vermeye devam etmesi, Reza Zarrab davası, Fethullah Gülen'in iade edilmemesi, vize konusunda yaşanan sıkıntılar ve Türkiye kamuoyunda ABD hakkındaki algının giderek olumsuzlaşması olarak sıralamak mümkün.
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında gerçekleşen telefon görüşmesi sırasında ele alınan konular bağlamında PYD'ye yapılan silah yardımının da konuşulduğu Türkiye'deki basın haberlerinde geniş yankı buldu. Yapılan açıklamada Trump'ın "PYD'ye silah yardımının derhal durdurulması konusunda gerekli talimatları verdiği", hatta "bunun çok daha önce yapılması gerektiğini belirttiği" söylendi.
Ertesi gün bu defa Beyaz Saray'dan yapılan açıklamada PYD'ye silah yardımı konusunun "yeniden değerlendirileceği" belirtildi. Kısa bir süre sonra da Pentagon tarafından yapılan açıklamada PYD ile ilişkilerin gerek görüldüğü müddetçe devam edeceğinin altı çizildi, zamanı gelince PYD'ye verilen araç ve ağır silahların geri alınmasının planlandığı vurgulandı.
Bütün bu açıklamalar ABD'de birşeylerin yolunda gitmediğine, Başkan ile kurumlar arasında görüş ayrılıkları olduğunu gösteren farklı söylemlerin kullanıldığına işaret ediyor. Dolayısıyla, Türkiye ile ABD arasında yaşanmakta olan zorluklara bakarken, ABD'nin kendi içinde yaşadığı sistem bunalımını da göz ardı etmemek gerekiyor.
Soçi'de Rusya, İran ve Türkiye Devlet Başkanları'nın yaptıkları üçlü zirve toplantısı bazı çevrelerde yıllardır savunulan "Avrasya İttifakı Fantezisi"nin hortlamasına yol açtı. Zirve NATO'nun Norveç'te yapılan masa başı tatbikatında yaşanan skandal ile aynı zamanda gerçekleşince söz konusu çevreler bu defa hemen NATO'dan çıkıp Soçi'de işi bağlamaya niyetlendiler. Neler olduğuna bakalım.
NATO tatbikatıyla başlayacak olursak, öncelikle yaşanan skandalın tamamen münferit ve kontrolsüz bir gelişme olduğunu vurgulayalım. Bu olay NATO'nun kurumsal bir davranışı ya da komplosu değil. Üstelik, sadece Türkiye'yi incitmekle kalmadı, NATO'yu da yıprattı.
Kurumsal değil zira masa başı tatbikatlarda senaryoların uygulanması sırasında bireysel ve sivil sosyal medya girdileri kullanılması henüz NATO için çok yeni. Hata, bu konuyu belli parametreler çerçevesinde konan kurallara uygun biçimde yönetmek için gerekli tedbirler alınmadan uygulamaya geçilmiş olması.
Dolayısıyla, bireysel bir davranış sonucu bir üye ülke incitilince ortaya NATO'nun da bir zaafiyet içinde olduğu sonucu çıktı. Üstelik, bu zaafiyet NATO'nun bu masa başı tatbikatıyla hazırlandığı ve gelecek yıl sahada askeri unsurlarla gerçekleştireceği tatbikatın uygulamasını da zora soktu.
Astana süreci ise Suriye'de yönetim ile muhalefet arasında önce ateşkesin sağlanması, sağlanan ateşkesin sürdürülebilir kılınması için çatışmasızlık bölgelerinin oluşturulması, tüm bu gelişmelerin de Cenevre'de süren yönetim-muhalefet barış görüşmelerine olumlu bir sinerji ile yansımasını hedefliyor.
Rusya Suriye'deki duruma 2015 yılının Eylül ayının sonundan itibaren müdahil olmaya başladı. Aradan geçen iki yılı aşkın süre zarfında Suriye'de muhalefet unsurları oldukça önemli bir gerileme yaşadı. Rusya'nın ve İran'ın destek verdikleri Şam yönetimi ise, ülkenin tamamını olmasa da, büyük bir kısmını kontrol edebilecek bir konuma geldi.
Suriye Devlet Başkanı Başer Esad'ın üçlü zirveden bir gün önce Soçi'ye giderek Putin ile bir görüşme yapması sürpriz bir gelişme olarak karşılandı. Esad iki yıl önce Putin ile Rusya'nın Suriye'ye müdahaleye başlaması üzerine görüşmüşlerdi. O görüşmede Suriye'nin geleceği için Putin ile Esad belli bir yol haritası üzerinde anlaşmaya varmışlarsa, bu hafta başında iki yıl aradan sonra yaptıkları ikinci toplantıda da bu yol haritasında ne kadar başarı sağlandığını değerlendirmiş olmalılar.
Esad ve Putin birbirlerine ihtiyaç duyan iki lider. Esad, Putin'in ve Rusya'nın desteği olmasaydı Suriye'de sahada muhalefeti bu denli geriletemez, ülkenin büyük bir kısmında kontrolü yeniden ele geçiremezdi. Putin ise, Suriye sahasında askeri harekatla elde edilen gelişmeleri kalıcı kılmak ve bu kazanımları siyasi bir kazanca dönüştürmek için Esad'ın muvafakatine muhtaç.