Paylaş
Elin diktatörü de bir başka oluyor canım; onca insanın kanına girerken bir yandan da içindeki sanat tutkusunu tatmin etmek için uğraşıyor. Malum Adolf Hitler aslında ressam olmak istemişti. Lakin Viyana Sanat Okulu’na iki kez başvurup reddedilmişti; hatta bazı tarihçiler ve de psikiyatristler arasında, ‘Führer’in kişiliğindeki sonsuz öfkenin kaynağını bu reddedilişlere bağlayanlar bile vardır. Tarihin bize bıraktığı gerçek mirasta ise bu sevdanın tezahürü olarak Hitler’in, Avusturya-Linz’de çok değerli halı, heykel ve resimlerle donatılmış bir ‘Führer Müzesi’ projesinin hayata geçirilme çabasını görürüz. Hatta bu iş için sağ kolu Göring’in görevlendirildiğini de biliriz. Ve fakat müze kurulamadan savaş sona erdi, toplanan onca sanat eseri de gerçek yerlerine ve sahiplerine teslim edildi (arada zorunlu olarak tayini çıkanlar da oldu).
Bu hafta gösterime giren ‘Hazine Avcıları’ (The Monuments Men), bu konudaki bir kitabın sinema uyarlaması. Robert M. Edsel’in, Bret Witter’le birlikte kaleme aldığı çalışma, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin kendi bünyesinde topladığı eserlerin peşine düşen bir grup müze yöneticisi, mimar ve sanat tarihçisinin çabalarını anlatıyor. ABD’li sanat tarihçisi Frank Stokes, konularında uzman altı kişiyle birlikte Avrupa’ya gidiyor ve üzerlerine geçirdikleri üniformalarla kayıp ‘sanatsal’ hazinelerin peşine düşüyor. Amerika’nın da meseleye dahil olması ve ünlü Normandiya çıkarmasının ardından savaşın seyri değişirken Hitler’in, geri çekilme sırasında her şeyi yakıp yıkın emri onca yapıtı yok edilme tehlikesiyle baş başa bırakıyor. Stokes da ekibiyle birlikte geniş bir alana yayılmış eserlerin kurtarılması için bilfiil uğraşıyor. Sanat, insan hayatından daha mı önemlidir? Acımasız bir savaş ortamında bir resmin ya da heykelin ne önemi olabilir? Bunlar zor sorular elbette. Lakin ortada bir insanlık mirası, kuşaklar arası bağlantılar, kültürel kodlar ve değerler var ve en önemlisi Picasso’lar, Joan Miro’lar, Paul Klee’ler, Rodin’ler, Michelangelo’lar bir daha dünyaya gelmeyecek ve başyapıtlar vermeyecek. ‘Hazine Avcıları’ bu tuhaf denklem üzerinde mücadelesini sürdüren ve o güne kadar ellerine hiç silah almamış bir grup entelektüelin ilerlemiş yaşlarına rağmen savaş ortamının içine ister istemez çekilmelerini de anlatıyor. Frank Stokes rolünde izlediğimiz George Clooney, aynı zamanda filmin yönetmeni. Senaryoyu yapımcı ortağı Grant Heslov’la kaleme alan Clooney, temel olarak çok karakterli savaş filmleri ‘The Dirty Dozen’, ‘The Guns of Navarone’, ‘The Great Escape’, hatta Soderbergh’in ‘Ocean’s’ serisine de göndermelerde bulunan bir yapıma imza atmış. Malum bu tür yapımlarda öykü çok koldan ve birden çok tiplemeyle ilerler. Lakin ‘Hazine Avcıları’, birinci sınıf kadrosuna rağmen gevşek anlatımı ve çok da heyecan vermeyen, zorlama dönemeçlere sahip senaryosuyla sıradan olmaktan kurtulamıyor. Şöyle bir tarif de yapılabilir: ‘Hollywood solcusu’ Clooney’in yönetmenlik serüvenindeki en vasat filmi.
Kadroya ilişkin görüşlerimize gelince; en iyi eşleşmeler Bill Murray, Bob Balaban (bazı sahnelerde tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu) ve John Goodman’lı sahnelerde kıyıya vuruyor. Clooney, Clark Gable havası yaymaya çalışmış, Matt Damon zaten uzun süre takımdan ayrı mücadelesini sürdürüyor. Cate Blanchett soğuk ama çekici müze görevlisinde Fransız bir karaktere hayat veriyor. Öykünün diğer Fransız’ı Jean Dujardin ise artık klasikleşen gülümseme stiliyle arz-ı endam ediyor. Ekibin İngiliz sanat uzmanını ise Donald Jeffries canlandırıyor.
Sonuç? ‘Naziler ve sanat’ denince benim aklıma Losey’in başyapıtı ‘Monseiur Klein’ (Başrolünde Alain Delon’un oynadığı film bizde ‘Kaderi Arayan Adam’ adıyla gösterilmişti) gelir. Bence sinema tarihinde bu kategoride o eşsiz eserin üzerine başka film yoktur. Öte yandan bir de meselenin günümüz uzantısı var. ‘World Socialist Web Site’ eleştirmeni Joanne Laurier hatırlatmış: “Stokes karakterinin tarihsel karşılığı olan George L. Stout (1897-1975) ve arkadaşları kuşkusuz büyük bir kahramanlık örneği göstermişlerdi. Lakin şimdinin Amerikası, mesela 2003’teki ‘Körfez harekâtı’ sırasında işgal ettiği ülkelerin müze ve kütüphanelerinin yağmalanması konusunda kılını kıpırdatmadı, hatta teşvikçisi oldu. Bağdat’taki ‘Ulusal Müze’den 5 bin yıllık medeniyetlerin tarihi birikimi, asla yerine konmayacak 50 binden fazla eser ve obje çalındı.”
Naçizane ben de buradan
Clooney kardeşimize sesleniyorum, geçmişin tozlu sayfalarında dolaşmak güzel de bugüne bir el atsan. Pardon ona da ‘Syriana’da el atmış (kadroda yer almanın yanı sıra yapımcısıydı da) ama Beyaz Saray politikalarının pek de dışına taşamamıştın...
Paylaş