Paylaş
Hollywood’un gelişen teknolojinin sağladığı nimetlerden faydalanarak yeniden ‘Masallar dünyası’na göz atıp ‘Kırmızı Başlıklı Kız’, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’ gibi klasiklere uğradığı bir dönemde, Fransız sineması da meseleye kendi klasiğiyle cevap vermeye çalışıyor. Bu haftadan itibaren gösterime giren ‘Güzel ve Çirkin’ (La Belle et La Bête), malum 1756’da Jeanne-Marie Leprince de Beamount’un kaleme aldığı bir klasik. Sinemadaki en unutulmaz uyarlaması da yine bir Fransız yaratıcıya, Jean Cocteau’ya ait. 1946 yapımı bu siyah-beyaz çalışmanın ardından De Beamout’un masalı defalarca sinema, televizyon ve tiyatroda izleyici huzuruna çıktı. Son olarak da 1991 yapımı Disney yapımı bir animasyonda minik seyircilerin gönlünü çalmıştı (Bu noktada küçük bir bilgiyi araya sıkıştıralım: Orijinal masalın tam Fransızca karşılığı ‘Güzel ve Hayvan’ olmasına karşın İngilizce çevirilerde ‘Güzel ve Çirkin’ yeğlendiği için bir- çok kültürde İngilizce ifade zihinlere yerleşti).
Christophe Gans, karanlık ve ürkütücü öykülere yakınlığıyla bilinen bir yönetmen. Ama üslubunun asıl ifadesi ağır çekimler ve koreografisi yüksek dövüş sahneleri. ‘Crying Freeman’ ve de özellikle ‘Kurtların Kardeşliği’ (‘Le pacte des loups’), Fransız yönetmenin uluslararası sinema piyasasında da tanınmasını sağlayan yapımlardı. Daha sonra içerik olarak değil belki ama görsel açıdan ve yarattığı atmosferin etkileyiciliği bakımından belli oranda çekiciliğe sahip ‘Sessiz Tepe’yle Amerika’da da şansını denedi. 2006 tarihli bu çalışmanın ardından tam sekiz yıl sonra bu kez ‘Güzel ve Çirkin’le karşımızda.
Film, öykü anlamında masalın genel çizgilerini koruyan ve asıl maharetini görsellik yoluyla ifade eden bir çaba olmuş. Önce kısaca öykü diyelim. Üç kız ve üç erkek olmak üzere altı çocuk babası zengin bir tüccar, filosundaki gemilerin bir fırtınada gördüğü hasar sonucu iflasın eşiğine gelir. Yaşadıkları sınıfsal değişimin ailede yaratacağı trajediyi daha hafif anlatabilmek adına taşrada bir yere taşınırlar. Soğuk bir kış günü yolunu kaybedip donmak üzereyken esrarengiz bir yaratık tarafından kurtarılıp yine tuhaf bir şatoya götürülen tüccar, ancak geri gelmek kaydıyla serbest bırakılır. Eve dönüşte ailenin iki şımarık kızana karşın ‘Güzel ve vefalı’ olan küçük kız, babasının yerine şatoya gider ve bu noktadan sonra ‘Esrarengiz ve korkutucu’ şato sahibiyle ‘Güzel’ tutsağı arasındaki ilişkinin peşine düşeriz...
Gans, Sandra Vo-Anh’ın kaleme aldığı ve çocuklara anlatılan bir masal mantığıyla başlattığı filminde, elbette Cocteau’nun klasiğiyle aşık atmak gibi bir derdin peşine düşmemiş. Film adeta Fransızların da görselliği yüksek, özel efektleri inandırıcı ve öyküye katkıları etkileyici, Hollywood usulü bir masal çekebileceğini göstermiş. Mesela ‘Kurtların Kardeşliği’ni özellikle yarattığı atmosfer bazında çok beğenmiştim ama filmin ‘Yaratık’ tasarımları’ fazla sırıtıyor, adeta filmin kendine özgü büyüsünü bozuyordu. ‘Güzel ve Çirkin’de işte bu türden sorunlar yok; özel efektler ve ‘Yaratık’ tasarımı gayet iyi, öykü de sürükleyici; dolayısıyla Gans bence sınıfı geçer bir filme imza atmış.
Mavi en güzel renk!
Oyunculuklara gelince özellikle ‘Mavi En Sıcak Renktir’deki iki ana karakterden birini canlandıran ve bu sayede tüm dünyada tanınan bir oyuncu statüsüne yükselen Lea Seydoux’un ‘Güzel’de karşımıza geldiği yapımın, ‘Çirkin’inde Vincent Cassel’i izliyoruz. Tüccar babada Fransız sinemasının emektar isimlerinden Andre Dussollier karşımıza gelirken öykünün kötü karakteri ‘Yaralıyüz’ Perducas’ı da İspanyol oyuncu Eduardo Noriega canlandırıyor.
Sonuç? 35 milyon Euro’luk ‘Güzel ve Çirkin’i, ‘Narnia Günlükleri’nin ‘Aslan’ını da andıran ‘Hayvan’ tasarımı, görüntü yönetmeni Christophe Beacarne’ın enfes kadrajları (doğrusu pek tanıdığım, bildiğim ressamlar değil ama yabancı bir eleştirmen altını çizmiş; Alman Caspar David Friedrich ve İngiliz John Constable tablolarının havası varmış görüntülerde), şatodaki Gremlins tadındaki sevimli yaratıkları ve sırıtmayan oyunculuk performanslarıyla izlenmeye değer bir film olarak tavsiye ederim...
Moda, insanın kendine yakışan filmin çekilmesidir!
Salonlarımızdaki ‘Fransız haftası’nın ikinci adımı, ünlü moda ikonu Yves Saint Laurent’in biyografisi tadında. Jalil Lespert’in imzalı çalışmada Laurent’in 1958’den başlayan kariyeri esas alınarak ünlü tasarımcının ortağı ve sevgilisi Pierre Berge’le gelgitlerle dolu ilişkisi, başarıları, korkuları, zaafları, tarihsel önemi anlatılıyor. ‘Yves Saint Laurent’in güzel bölümleri, bence arka plana tarihin aksettirildiği sahnelerde beliriyor. ‘Cezayir Savaşı’ -ki Cezayir doğum yeri-, ‘68 ve başkaldırı’ Laurent’in ilk elden dahil olduğu meseleler değil. Savaş konusunda “Benim savaşım kadınları giydirmek” diyor, özgürlüğünün sınırlarını da kendisi çiziyor! Laurent’i canlandıran Pierre Niney’nin olağanüstü bir performans sergilediği film tıpkı Chanel ya da Lagerfeld üzerine çekilmiş yakın dönem yapımları gibi ansiklopedik bilgi tadının üzerine çıkamıyor. Kim bilir modayı daha iyi anlamak için ‘Şeytan Prada Giyer’ ya da ‘Pret-A-Porter’ gibi filmlere ihtiyacımız vardır...
16. yüzyıldan ‘Gezi’ye selam
‘Frankofon haftası’nın bir başka filmi ‘Adalet İçin’, ‘Gezi’ dolayısıyla her tarafımızı kaplayan ‘Direniş ruhu’na ‘Batı tarihi’nden bir katkı adeta. Ya da şöyle demek lazım: Alman şair-yazar Heinrich von Kleist’ın eseri 1810’da yayımlandığına göre muktedirlerin zulmüne karşın başkaldırışın yolu yöntemi ister istemez aynı oluyor... Filme gelirsek yönetmen Arnaud des Pallieres, bu klasiği Fransa’ya taşımış. 16. yüzyılda bir at satıcısı olan Michael Kohlhaas, haksızlığa uğrar ve başkaldırır! Yönetmen Des Pallieres, eldeki sağlam metni isyan, silahlı mücadele, başını kaldıran halk, uzlaşır gibi yapan siyasi erk derken günümüze ilişkin birçok mesajı da barındıran bir yapıta dönüşmüş ‘Adalet İçin’ (‘Michael Kohlhaas’).
Paylaş