Paylaş
Daha önce de defalarca ifade ettiğim için kendimi tekrarlıyor olabilirim ama yeniden hatırlatmam gerekiyor: Bizdeki rekabet profilinde Boca-River örneğindeki gibi bir sınıf ayrımı, Rangers-Celtic örneğindeki gibi bir dinsel köken, Real-Barcelona örneğindeki gibi İspanyol-Katalan çekişmesi ya da Everton-Liverpool örneğinde olduğu gibi aynı kulüpten çıkıp sonradan birbirinin içinden doğma türünden durumlara asla rastlanılmadı. Bu yüzden de hemen her meselede birbirimizin boğazına sarılmayı bir türlü anlamazdım. Çünkü biz aynı aile içinde farklı takımlara gönül vermiş bir coğrafyanın üyeleriydik ve buna rağmen iş nefrete gelince, nevrimiz dönüyordu. Sağ olsun ‘Gezi ruhu’, bu yatağı derinden değiştirdi ve direnişten ‘İstanbul United’ gibi bir oluşum çıktı. Evet bu İstanbul’un ‘Üç büyükler’inin kardeşçe yaşattığı bir dayanışmanın ifadesiydi ama genel olarak herkesi kapsadığı, ülkedeki tüm futbol ailesinin fertlerini de kucakladığı bir gerçekti. Bu yüzden direniş esnasında Fenerbahçelisi, Galatasaraylısı ve Beşiktaşlısı olduğu kadar Trabzonsporlusu da bu topluluk içindekilerde kol kola girmeyi bildi, zaten doğrusu da buydu.
Lakin Bordo-Mavili camianın başına henüz geçenler, hem Gezi Parkı Direnişi’ne tavır alırcasına bir ruh durumuna girdiler, hem de yayımladıkları şu açıklamayla ‘ellerini’ belli ettiler: “Tertemiz formamızın, sportmenlik dışı, provokatör ve şiddet üreten grupların organizasyonlarının içinde gösterilmesinden rahatsızlık duymaktayız.” Özetle deniyordu ki; “Üzerinizde Trabzonspor forması varken yürümeyin, hele hele Fenerbahçelilerle yan yana aslı yürümeyin...” Valla böylesi bir istek kişinin bir kere iradesine, seçme hakkına ve ifade özgürlüğüne aykırıdır. Bir insanın kimi renklere gönül vermesini o an koltuğa oturan yönetimler belirleyemez. Özellikle futbol camiaları ‘resmi’ kuruluşlar değildir ve temsiliyet düzeyinde, önemli olan kendine o topluluğa ait hissedenlerin üzerindeki formalarla dışa vurma istekleridir. Her şey bir yana bu camianın en önemli simge isimlerinden biri Kazım Koyuncu’dur ve mesela benim, son zamanlarda en çok hayıflandığım şeylerden biri ‘rahmetli’ Kazım’ın yaşadığımız günlerin tanığı olamamasıdır. Ama eminim ki o gökyüzünden mi, başka bir yerden mi bilemem ama mutlaka bir yerlerden yaşananlara bakıyordur ve çok çok mutludur. Ve yine eminim ki her aklı başında Trabzonsporlunun başka renklere gönül vermiş taraftarlarla birlikte onurlu bir mücadelenin parçası olmasını canı gönülden istiyordur.
YA BATUHAN’A NE DiYORSUNUZ?
NEYSE gelelim sadede; yazının girişinde altını çizdiğim nefret kültürü U20 Dünya Kupası kapsamında Trabzon’da oynanan Türkiye-Avustralya maçında kıyıya vurdu ve Avni Aker tribünlerinden Salih Uçan’a karşılaşma esnasında küfür edildi. Niye mi, cevabı çok basit: Genç yıldız Salih, Fenerbahçeli olduğu için. Evet, Bordo-Mavililer malum şike davasından dolayı Sarı-Lacivertlilere karşı nefret dolular, dolayısıyla Fenerbahçe’yi çağrıştıran her şeye karşı öfke duyuyorlar ama Salih bir kere söz konusu sezonun oyuncularından bile değildi. Öyle bile olsa bu meselede asıl problemin futbolculardan ziyade yöneticiler olduğunu herkes biliyor. Üstelik Trabzonspor camiası madem bu denli hassas, iddianamede ‘Teşvik’ kapsamında değerlendiren Eskişehirspor-Trabzonspor maçının oyuncularından Batuhan Karadeniz’in transferine niye ses çıkarmıyor? Genç oyuncunun, “Yapılan bir şey var ki ceza alıyorlar” demesi durumu kurtarıyor mu yani?
BEŞiKTAŞ’TA KiRALIK OYNAMAK!
ZAMANINDA Roll tayfasının çıkardığı ‘Meşin Yuvarlak’ adlı derginin bir nevi sloganıydı: ‘Takım tutmaz adam tutar…’ Bu sezon benim de şöyle bir hissiyatım var: Slaven Biliç’i çok severim; saha içi ve dışı duruşuyla... Önder Özen’i çok severim; futboldan gelenler arasında oyunu en iyi ve en doyurucu okuyanlardan biridir. Halil Yazıcıoğlu’nu çok severim (o da kim diyenler için açıklayayım, Beşiktaş’ın yeni tercümanı); öğrencimdir, eski elemanımdır, Trabzonspor serüveni boyunca yüzümüzü hiç mi hiç kara çıkarmamıştır, entelektüeldir, vicdan sahibidir (bu sayfalarda yayımlanan “Duygularımıza ve oyunumuza ‘Tercüman’ olmak” başlıklı yazımda kendisinde genişçe bahsetmiştim), umarım gelecekte bizim ‘Mourinho’muz olur. Çarşı’yı zaten severdim, Gezi Parkı Direnişi’ndeki özel duruşlarıyla artık kalbimdeki yerleri sonsuza kadar bakidir.
Bu kadar adamı tutarsanız, onların ait olduğu camiayı da tutmanız gerekir sanırım (Kusura bakılmasın ama başkanları Fikret Orman’ı saydığım isimlerle aynı kefeye koyamam, çünkü geçen sezon boyunca öyle çelişkili hamleleri, öyle çelişkili açıklamaları oldu ki, bütün bu sevgi ve sempati toplamında onun yüzdesi çok azdır). Sözün özü bu sezon Beşiktaş’ta ‘kiralık’ oynayayım diyorum. Biliyorum, bu kadro yapısıyla işleri hâlâ zor. Galatasaray, daha uzun bir süre bu ligi, Avrupa’yla birlikte domine eder gibi görünüyor. Ama ben zaten, futbola sevdalanıp Sarı-Kırmızılı bir takıma gönül verdikten sonra tam 14 yıl şampiyonluk görememiş ama buna rağmen oyuna dair sevgisini, inancını, heyecanını yitirmemiş bir kuşağın üyesiyim. Endüstriyel futbol döneminde de her takıma belli bir mesafeyle yaklaştım ve sistemin öne çıkanlarını değil, ezilenlerin yanında durmayı kendime bir borç bildim. Dolayısıyla bu sezon ‘Serbest dolaşım hakkı’mı kullanayım ve Beşiktaş şampiyon olacakmış, olmayacakmış gibi ‘fani’ dertlerin de uzağında bir sezon geçireyim diyorum. Benim gibi düşünenlerin de hayli fazla olduğunu biliyorum.
Paylaş