Paylaş
Peki şu ana kadar yaşadıklarımız, gördüklerimiz nasıl bir tablo sundu bizlere? Her Dünya Kupası’nın ayrı bir ruhu, ayrı bir karakteri olduğuna inanırım. Çünkü olaya vâkıf olduğumdan beri hep böyle gördüm, hep böyle yaşadım... İlk sevdalandığım dönem 1974’tü ve Cruyff’la arkadaşları oyunun zihnine ‘Total Futbol’u armağan ederek ayrılmışlardı sahneden... ‘78’de faşizmin pençesindeki Arjantin halkının acılarını dindiren bir takım vardı ortada; hoş aynı takım diktatör Videla için de bir ‘mutluluk hapı’ydı, Kempes, Ardiles, Bertoni derken Mavi-Beyazlılar, kendi evinde ‘mutlu son’a ulaşıyordu. Hollanda’nın payına ‘finallerin mazlumu’ rolü düşmüştü...
‘82 şizofrenikti. Zico ve arkadaşlarının şiir gibi futbolunu Bearzot’un İtalyası sona erdiriyor, gönüller bu noktadan sonra da ‘Beleşçi’ Rossi önderliğindeki ‘Azzuriler’e kayıyordu. ‘86 bütün zamanların ‘Tek kişilik şovu’na sahne oluyordu. Maradona tarih yazıyor, başta Falkland’ın hesabını ‘Tanrı’nın eli’yle gördüğü İngiltere maçı dahil inanılmaz bir gösteriye soyunuyor ve Arjantin, 8 yıl içinde ikinci kez kupaya uzanıyordu.
‘90’nın yıldızı Schillaci’ydi ama Napolililer için ‘Tanrı’ katında bir kişilik olan Maradona, ev sahibini yarı finalde üzüyor ve Çizme’yi yasa boğuyordu.
2002 DENiNCE ELBETTE TÜRKiYE
Almanya’nın ‘Herkes oynar, onlar kazanır’ dönemlerindendi ve Brehme’nin finaldeki penaltısı Beckenbauer’un takımını bir kez daha ‘Dünyanın Kralı’ yapıyordu. ’94, ev sahibi Amerika’nın havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez ama hatıralara en silik kupa olarak nakşedildi. Öyle ki finali bile golsüz bitti, şampiyonu penaltılar belirledi. Organizasyon, Kolombiyalı Andres Escobar’ın ABD maçında kendi kalesine attığı golün bedelini hayatıyla ödemesiyle de (Escobar’ı bir futbol fanatiği mi öldürdü yoksa bahiste büyük para kaybeden bir mafya üyesi mi, netleşmiş değil) ayrı bir üzüntü kaynağı olarak da kayıtlara geçti. ’98 adeta bir vefa borcuydu. Dünya Kupası düzenleme fikri bir Fransız’ın, Jules Rimet’nindi ama ‘Maviler’in o güne kadar organizasyonda yarı final dışında başarıları yoktu.
Zidane ve arkadaşları, Horoz’u kendi çöplüğünde öttürmeye kararlıydı ve finalde Brezilya’yı 3-0 geçerek mutlu sona ulaştılar...
2002’nin öyküsü sanırım bu topraklarda daha çok yankısını buldu. Türkiye, 1954’ten sonra ilk kez yine kupanın yolunu tutuyordu. Şenol Güneş’in takımı, ilginçtir hiçbir Avrupa takımıyla oynamadan yedi maçlık uzun bir serüvenin ardından ‘Dünya üçüncüsü’ unvanıyla taçlandı. Kupanın sahibi ise Ronaldo, Rivaldo ve Ronaldinho üçlüsünün sürüklediği Brezilya oluyordu.
VUVUZELA iLE OLEY ÇEKiLDi
2006’nın benim için en önemli yanı tam dört maçı yerinde izlememdi! Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafayla kariyerine koyduğu son nokta da bu kupanın bir başka derin iziydi. Şike skandalıyla çalkalanan İtalya, adeta bu lekenin izlerini silmek istercesine mücadele ettiği kupada tarihinde 4. kez kupayı kaldırıyordu (İlginçtir, ‘82’de de aynı durum vardı ve ‘Azzuri’ler şike skandalı gölgesinde geldikleri İspanya’dan kupayla dönmüşlerdi). 2010, İspanya’nın Barça ilhamlı futbolunun en verimli zamanıydı; Iniesta ve Xavi’nin sürüklediği takım. ‘Vuvuzela’ eşliğinde ‘Âlemin Kralı’ oluyordu.
Peki 2014 nasıl tortular bıraktı? Kupaya, kim kazanırsa kazansın, damgayı Latinler öncülüğündeki Amerika kıtası vurdu. Avrupa görmüş oyuncuları, bilgi ve görgülerini oyuna olan tutkularıyla birleştirdi ve en ufuk açıcı, umut verici futbolu onlar oynadı.
Kosta Rika, Kolombiya, Şili, Meksika, ABD, hatta Uruguay; hepsi heyecan verdi, ilham kaynağı oldu... Başta ‘son şampiyon’ İspanya olmak üzere İngiltere, İtalya, Portekiz, Rusya hayal kırıklığının adresiydi. Afrika, Kuzey temsilcisi Cezayir dışında kötü bir sınav verdi, 2002’nin ev sahipleri Japonya ve G.Kore de sınıfta kalanlardandı. Eski Yugoslavya mozaiğinin parçaları Hırvatlarla, Bosnalılar da benzer görüntünün sahibiydiler...
Yine de kupanın ruhuna ve genel karakterine dair asıl noktayı final maçından sonra koymak mümkün olacak. Nasıl derler, ‘İyi olan kazansın...’
Paylaş